Güneşin Dört Hali

"Madem öykü koyabiliyorum buraya, o zaman 10 yıl önce yazdığım ama muhafazakar yayıncının düzeltmek isteyince yayınlatmaktan vazgeçtiğim öyküyü ekleyeyim hacım"
"Ekle abi"
"Biraz uzun olacak ama..."
"Olsun abi! Okuyan okur, okumayan okumaz"
"Ya acaba biraz düzeltip mi ekleseydim buraya hacı ya?"
"Boşver abi be, bırak olduğu gibi kalsın. Bak Beat kuşağı 'bir yazıyı düzenlemek, hislerine ihanettir' diyordu."
"O da bir açıdan doğru da... Ne zaman senin lafına uysam başıma bir bela açıyorsun pek muhterem kendim!"
"Eee abi, insanın kendisi başka ne işe yarar ki!.."
"Bugün iyi anlaşıyoruz seninle!"
"Evet abi, sanırım biraz daha huzurlusun bugün. Ya da beni olduğum gibi kabullendin!"
"Ya bi siktir git! Git bana bir çay sigara iç hadi, ben de öyküyü ekleyeyim."
"Tamamdır abi."


GÜNEŞİN DÖRT HALİ

Sıcak bir Haziran akşamı, bu salaş birahanenin içinden yaz akşamının kalabalık sokağına teklifsizce yayılan kızartma kokusunu, istemeden de olsa, ciğerlerime çekiyordum. Birahanenin küçük bahçesinde gelen geçeni seyrederek bira keyfi yapmamı engelleyen tek terslik bu olmasa da, o an en rahatsız edici olanıydı.

Mutfağın hemen girişte olması yetmezmiş gibi, düzgün bir havalandırma yerine yağdan rengi dönmüş pencere sayesinde tüm koku sokağın kenarındaki masalarda dolaşıyor, oradan sokağı kat edip, genelde gri olan şehrin atmosferine belirsiz bir iz bırakmak üzere yükseliyordu.

Bu durumu çok fazla yadırgamıyordum aslında. Beş yıldır bu şehrin soluksuz griliği içinde yaşıyordum: İnsanları, binaları, havası ve kaldırım taşlarıyla şekilsiz, zevksiz ve kocaman bir çimento fabrikasının içinde debelenmekten farksızdı bu. Dolayısıyla Sakarya caddesindeki herhangi bir birahaneden yayılacak kızartma kokusu küçük rahatsızlıkların dışında kaygılandırmıyordu beni.

Ne zaman yanımdaki genç kadın hiç durmadan konuşmaya başladı, asıl çilemin yeni başladığını anladım. Açıkçası, orada olduğunu unutmuştum. Belki de olmamasını hayal ediyordum. En azından bir süre için küçük cüssesi bu işi kolaylaştırmıştı.

Tamamen tesadüftü karşılaşmamız. O an nerede ve kimin aracılığıyla tanıştığımı hatırlamadım kadıncağız, bir tanıdık yüz görmek ümidiyle uğradığım bu mekanda beni esir almış ve muhtemelen insanlık tarihinin başından bu yana yazılmış olan bütün savaş esirleri anlaşmalarınca hoş karşılanmayacak bir işkencenin içine sürüklemek üzereydi.

Kimin ya da neyin onu bu kadar öfkelendirdiğini bilmiyordum. Ancak bütün dünyayı yok etmek istercesine bir öfkeye ve konuşma arzusuna sahipti. Belki de bu isyan girişiminde ona katılıp, tüm dünyayı yok etmesine yardım edersem susmayı bırakır, -ben dahil- bütün dünya o eski huzurlu günlere geri dönerdi.

Kabul ediyorum, ben de çok sessiz, munis bir insan sayılmam. Ancak, böylesi gri bir akşamı kehribar sarısı, ıssız bir sarhoşlukla kutsamaya da hakkım vardı. En iyi seçeneğin, elimdeki birayı hemencecik bitirip kaçmak olduğu fikrine saplandım.

“...Ağbi, düşünebiliyor musun ya, ne kadar iğrenç bir şey!...”
“...Tüm erkekler böyle vallahi, akılları hep siklerinde!...”
“...Yaşadım ben bunu yaa!...”

Ancak nedense garsondan bir bira daha isteyip, bu kızın telaşsızlığın, daha doğrusu tüm dünyayla bilmediğimiz yeni koordinatlara doğru hiçbirimizin çizmediği eliptik bir yörüngeye bağlı kalarak gitmenin keyfini çıkarmama neden izin vermediğini düşündüm. O an tek istediğim dünyayla beraber saatte binlerce kilometre hız yapmanın verdiği baş dönmesini kısa bir süreliğine de olsa durdurmaktı. Ki yörüngede yolculuktan keyif almak ta bununla ilişikliydi zaten: Baş dönmesi, mide bulantısı ya da herhangi bir hareket hastalığı olmadan bu yolculuğu, en derinden, doyasıya tatmak! Bunun için de bulduğum yöntem durmadan içmekti. İçmenin, tersine bir dönüş silsilesi yaratarak bu etkiyi azalttığını ve bana arzu ettiğim keyfi verdiğini keşfetmiştim. Elbette arkadaşlarımın hepsi, bunun saçma bir saptama olduğunu düşünüyorlar ancak bunu dilleriyle ifade etmiyorlardı.

Kalktım.

Karşı masada oturan ve uzun süredir gözlerinde buruk bir kıpırtı sezdiğim kadının yanına gittim. Etraflıca süzmeye başladım onu. Kıvırcık uzun saçları, nereye akacağına karar verememiş bir nehri andırıyordu. Beyaz teninden dışarı yayılan salgılarını kokladım, çok hafif bir meltem gibi hissediyordum yüzündeki ayva tüylerini.

Yüzündeki her gözenekten hayat, oluk oluk, fışkırıyordu. Ne o, ne yanındakiler ve de dünya üzerindeki başka insanlar onun etrafa saçtığı ışımanın kokusunu alamıyorlardı benim gibi. Belki de bunu koklayamamaları herkesin hayrınaydı; o koltuk altlarından yayılan hafif ekşimsi östrojen artıklarının tek konuğun ben olduğum bir ziyafette önüme sunulması hoş bir ayrıcalık hissi yaratırdı kuşkusuz!

Uzun, desenli eteği ince bileklerinin hemen üstünde son buluyor, üstünü örttüğü güzelliklere dair her hangi bir ip ucu vermiyordu. Yanında diz çöküp ayak bileklerini okşamaya başladım. Yanındaki birkaç kişiyle hayatın kuru gürültüsü üzerine konuşmaya o kadar dalmıştı ki benim oradaki varlığım dikkatini çekmemişti.

Usulca eteğin altına süzüldüm.

Yeşil eteğin dışından gelen güneşinin son kalıntıları, bacaklarında tatlı yeşil-sarı gölge oyunlarına neden oluyordu. Yaz akşamının ağır düşüşüyle nemlenmiş bacaklarının arasında duyduğum koku, yukarı çıktıkça etkisini arttırıyor, neredeyse tüm dünyayla bağlantımı kesecek bir yoğunluğa ulaşıyordu.

Teninin üzerine süzülmek, her ne kadar ince danteller engel oluştursa da, zor olmadı. Teniyle temas ettikçe sıcaklığım artıyordu; onun da bacakları daha çok terliyor, ama buna benim neden olduğumu bilmiyordu.

İçine girdiğimde ılık bir rüzgardım. Birden bir ürperti sardı bedenini; titredi. Dışarıdan hafif hareket olarak görülebilecek titremesi, içeriye doğru ilerledikçe şiddetini arttırıyordu. Öyle ki, bana ulaştığında o silsile öyle kuvvetliydi ki sağa sola çarpmaya başladım. Her çarpmada hızım daha da artıyor, sıcaklık etkisini arttırıyordu. Çeperleri kasılıyor, neredeyse beni boğacak kadar daralıyordu; çok nadir olarak ta, kaçmam için fırsat tanırcasına, açılıyordu. Ne var ki onun bu belirleyiciliğine karşı çıkma gibi bir eyleme kalkışmak için kendimde güç bulamıyordum. Her ne kadar “oyunun kurallarını ben belirlerim” fikrini inanmaya gayret etsem de, aslında bütün güç onun elindeydi: Bizi o yönetiyordu!

Bacaklarının sımsıkı kapandığını hissettim. Buna rağmen, tuzağa düştüğüme dair en ufak bir tedirginlik yoktu içimde. Uhrevi bir teslimiyetle, kendimi onun ritmine kaptırdım. En ayyaş dönüşleri yapıyorduk; dünyanın şaşmaz rotasının aksine her hareket yeni bir döngüyü çiziyor fakat bir sonrakinde kural bozulup yeniden yazılıyordu.

Kasılmaların artan şiddetten darbeye dönüştükleri anda ok gibi fırladım: Daha da içeri doğru, nereden geçtiğimi göremeden ve nereye gittiğimi bilmeden... Sadece içeriye,derinlere, fırlatan hareketi hissediyordum

Nedense sonra anladım: Güneşe doğru gidiyordum.

Isı beni eritmeye başladı. Sadece bedenim değil benliğimin bütün bileşenleri de dağılıyordu sanki. O kadar hızlı oldu ki bu erime; sıvılaşan vücudum bir sicim şekline almış, yoğunluğum git gide azalmışken bile hala varolduğumu, farklı bir dizilimde bir benlik olduğumu zannediyordum.

O, güneş, ise giderek yoğunlaşıyor ve büyüyordu.

Yüzeye ulaşmadan çok önce buharlaşmıştım.

Güneş tüm evreni kaplamaya başladı; görünen ve görünmeyen tüm mekanlar, bilinen ve bilinmeyen tüm varlıklar onun içinde kaybolmuşları sanki, bir vakit aniden tekrar dağıtılmak üzere. Evrenin tamamen güneş olduğunu gördü bir yanım; öte yanım, güneşin bir noktacık olduğuna şahit olurken.

Parçacıklarım darmadağın olmuş farklı yönlere doğru ilerliyorlardı. Bazıları iyiden iyiye uzayıp, o hengame içinde kaybolmuş anlara, ve daha yaşanmamış hatıralara çarptıklarını duyumsadım. O an birilerinin zihninde, birilerinin rüyalarında, görüldükleri saniye şekil değiştiren bir yabancıydım: Cisimsiz bir hayalet!

1

Ova, neredeyse ufuktaki sıradağların başladığı yere kadar, uzanıyordu. Milyonlarca yıldır burada oluşuna dair ne bir kuruntuya, ne de tasaya sahip olması söz konusu bile değildi. “O” olmadığı için olmadı. Belki de üzerinde sararmış buğday tarlalarının varlığından dolayı burada sessiz ama devinimli durabilme başarısını gösteriyordu. Hafif bir rüzgar esti ve başakları şöyle bir havalandırıp geçti. Sarı başaklar artlarında yükselmiş mavi gökyüzüyle nasıl uyumlu bir birliktelik oluşturduklarını asla bilemeyeceklerdi.

Milyonlarca türdeşinin arasında onlarla arasında bir fark iddiası gütmeyen bir başak, aynen onlar gibi rüzgarın etkisiyle salındı. Bir karınca tepesine, bereketli meyvesine doğru tırmanıyordu. Ortalığa tüm cömertliğiyle (ama aslında cömertçe değildi bu) sunduğu meyveyi ağa bir ilmik daha atmak için almaya...
Sadece bir başak titriyordu hayali bir anlatıcının hayalinde ve ovada yağmur havası vardı.

2

Suyun içinde ilerliyor. Mavi bir şerit çekilmiş kahverengi-siyah pulların üzerine. Suyun içinde ama asla ıslak değil. Zira kuruluk denen bir şey yok. Bir parçacık yakalıyor. Ardından küçük bir tane daha... Keskin hareketlerle ilerliyor. Bir önceki keskinliğini kısa sürede unutarak, her an yeniden varolarak, her an yeniden doğarak...

Bir parçacık daha arıyor. Bu sefer büyük bir parçacık çıkıyor karşısına. İlerliyor. Hamle yapıyor. Ağzına alıyor. Ve birden yiyeceği boğazına takılıyor. Onu yukarı çekmeye başlıyor. Kıvranıyor. Kurtuluş yok!

Kurulukla tanışıyor ancak onun kuruluğunu anlatacak yok!

3

Her şey çok uzakta ve o kadar yakındı. Aşağıya süzüldü, pek de zahmet gerektirmeyen bir kanat hareketiyle. Gözleri bir avı imliyordu. Süratle aşağıya süzüldü, avını pençelerine alıp yine yukarılara ayak basmanın ve yürümenin olmadığı evrene geri döndü.

Yuvada bekleyen yavrularına, o günün öğününü pay ederken, etrafı kolaçan etmeyi de ihmal etmiyordu. Ufacık ve savunmasızlardı. Bunun için hala kayalara basmak zorunda, hala o yuvada kalmak zorundaydılar. Ancak güçlü olunmaya başlandığında mümkündür uçmak ve o sonsuzluğun içinde yer edinmek. Bunu birisinden mi öğrenmişti? İşte bu soruyu asla sormadı.

Ani bir hareketle kanatlarını açtı ve tekrar süzülmeye başladı. Bilmeden ama denemek zorunda kalarak öğrenmişti uçmayı; her ne kadar bunun böyle olması gerektiğini bilmeden ve denemeden öğrenmiş olsalar da.


4

Salınıyor. En kendilik halinin içinde bulunurken ne olduğunu bilemediği bir şeye bağlı. Ara sıra bir sıcaklık geziniyor dış duvarın üzerinde; bazense boğukluklar duyuyor. Fakat “kendiliğinden”liğin verdiği en büyük armağana sahip çıkıyor ve geri kalan etkilere ve henüz tanımadığı bağlara aldırmadan, sadece onu besleyen kordonla bağlantı kuruyor.

“Beni duyabiliyor musun? Seni şimdiden çok seviyorum!”

Bir şey görmüyor. Duymuyor. Konuşmuyor. Düşünmüyor. Ama hissediyor.

Islak...Ve o da bir süre sonra kuruluğu tanıyacak!

Onun içinden geçtim ve karanlığın içinde uzaklaşmaya başladım. İlerledikçe eski yoğunluğum tekrar geri geliyor, bir şekle bürünmeye başlıyordum. Yeniden birleşiyordum. Daha güçlü ve daha doğrultulmuş doğuş yerine, oldukça hafif bir dinginlik vardı. Gördüğüm hayalin bittiğini biliyordum.

Kendime doğru gerisin geri ilerledikçe yeşil elbiseli kadını hissetmeye başladım tekrardan. O mayhoş koku zihnimde edindiği yere yerleşti yeniden. Fakat bu sefer tek başıma değil, o güneşten kopan akşam kızıllığıyla beraber hissediyorduk bu coşkuyu ve akışı. Yanımda güneşten kor parçalar getiriyordum: Çoktan sönüp küllenmiş korlar! Yeşil elbiseli kadınla söndürdüğümüz güneşin parçaları ellerimden uçup gidiyorlar, geriye ise tatlı bir düş kaşıntısı bırakıyorlardı.

Onda önceden hissettiğim hayat parıltısının kaynağıydı benimle yolculuk eden o yoğun ışımalar. Onun ve benim içimde olan ortak parıltı! Onun bilmediği ama benim çok uzun süredir farkında olduğum bir parıltı, sadece benim bildiğim...

Dışarıya oldukça yaklaşmıştım ki birden kendi gözlerimle karşı karşıya geldim. Şaşkınlıkla bana bakıyor, ama bakışları bana çarpmadığı için beni göremiyordu: Tüm renklerin dışındaydım. Nereye baktığımı ve neye şaşırdığımı anlamanın olanağı yoktu aslında. Çocukluğumdan beri yaşadığım bir sezgiydi, o kadar!

Oturdum. Biraz başım dönüyordu.

“Ya vallahi direkt böyle dedi. Düşünebiliyor musun ya! Kadın olmak ne zor, sen nasıl baş ediyorsun bunlarla?”

Şüphesiz hala yanımdaydı.

Birden ha bire konuşan bu kadıncağızı nereden tanıdığımı da o an hatırladım: Bir ara aynı öğrenci yurdunda kalmıştık. Hatta eski sevgililerimden birisiyle takılmıştı bir ara. Acaba o saçları gün geçtikçe dökülen ve şişmanlayan adam nasıl seviştiğimizi ya da başka özel sırlarımızı anlatmış mıydı bu öfkeli kadına! Neyse ki “yumurtlamak” dışında (bu lafı o eski sevgilim kullanırdı) ortak noktamız yoktu ve tekrar karşılaşabilme ihtimalimiz düşüktü. Mutlu oldum: Varlığını unutmaya ve umursamamaya çalışarak kısa sürede ondan kurtulabilirdim.

Karşıdaki yeşil etekliye baktım. Masadan kalkıyorlardı. Yanındaki iki adamdan uzun olanı hesabı ödeme telaşına düşmüştü. Kadın rahatlamıştı: Bu gece uzun boyluyla sevişirlerdi muhtemelen. Kadın nedenini bilmeden daha istekli olurdu, adam şaşırır ama fırsattan istifade o muhteşem teni çürütmekten de geri kalmazdı.

Gittiler. Sanki bir an, yeniden, bana bakmıştı.

Güneşin parıltıları yerlerini gecenin koyu çağlayanına bırakmak üzereydi. Birazdan bu çağlayana kapılmış yüzlerce insan daha dolduracaktı Sakarya caddesini. Hep beraber, birbirimizin bilincinde olmadan, içkilerimizi yudumlayacak; ve evlerimize döndüğümüzde ortak bir hissedişin ve deneyimin ürünü olarak kızartma kokacaktık.

Dünya sanki daha hızlı dönmeye başlamıştı ve aradaki hız farkını telafi etmek için daha çok çaba harcamam gerektiğini bilincindeydim.

Bir bira daha söyledim.


(20 Haziran 1998)

1 yorum:

Adsız dedi ki...

En sevdiği şerefsizin yazdığı herşeyi okumak için yanıp tutuşan kişi, bu uzun yazının bir çıktısını alır, götürür evine, evinde okur.