28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -2

AÇTIĞINIZ MAKİNEDEN ÇIKAN FAZLA PARÇALARI NASIL DEĞERLENDİREBİLİRSİNİZ?


Burada durmadan "kendimleri" anlatıp duruyorum. Megaloman değilim. Öyle olsaydım "ben" dediğim, bir koleksiyon gibi gelmezdi; en “bütün”, en “muhteşem”in O olduğuna inanırdım. Oysa benlik parça parça, yamalı bohça!

“Takımı bozamayız abla!”

Ne gülüyorsun adamım, anlattığım senin hikayen!

Sadece kendime değil, sana da diyorum. Senin sadece bir kısmını almak isteyenler için takımı bozma. Neysen osun işte, ne olacaksan o olacaksın farkına varmadan. İçindeki kötü ve can sıkıcı özellikler de iyi ve keyif vericilerle beraber akacak mecrasına. Sadece SEN, içindeki tatminsizliklerden ve kavgalardan ve belalardan kurtulmayı arzu ediyorsan gir seyr-i sülûk’a! İnsanlar, sana laf atıp duracaklarına önce kendi defolarına, arazlarına baksınlar. Sadece aşkta incitir oysa -saçma bir şekilde- uymayan parçalar!

“Romantik tarafını alsam ama kaprisli kısmı kalsa?”

“Sorumluluk alsın, benimle ilgilensin ama beni rahat bıraksın ve kıskançlık yapmasın!”

Şimdi bu makineyi parçalayın; parçaları yıkayın, yağlayın; yeniden birleştirin. Oldu mu size farklı bir “benlik”? Pırıl pırıl, cillop gibi... Araya sıkışan kirden, pastan arınmış, rektifiye, bayandan az kullanılmış, ful aksesuar... Oh ne ala hayat!

“Eski benliğinizi getirin peşinata sayalım, yeni benliğinizi içinize sokalım!”

Yazmak yeni bir benlik vermiyor ne güzel! Sadece halihazırda olanın parçalarını anlamayı ve onların muhtemel ahenkli hallerini hayal etmeye olanak veriyor. Makineyi her söküşünüzde fazladan parça mı çıkıyor? Bir yerlerde terslik var! Öykü yazın, şiir yazın, resim yapın derim. En azından içeriden çıkan parçalar bir işe yarasın.

Öykü yazarken başkalarını anlatır görüneceksiniz. Resim yaparken başkalarını çiziyormuş gibi olacaksınız. Oysa makineden fazladan çıktığı hissi uyandıran parçalarla yapıyor olacaksınız bunları. Mesela öykü yazarken başkalarını anlatmaya çalışsam da, biraz "ben"le oynuyorum. Bir başkasının hayatı üzerinden bakıyorum kendime. Oysa burası, blog, daha özgür bir alan. Sınırsız saçmalama hakkı tanıyor. İçimde beni durdurabilecek tek kaygı, bu yazıları okuyan ve muhtemelen sayıları otuz – otuz beşi geçmeyen insanların hakkımda ne düşünecekleri. Bu da çabuk geçiyor; buraya beni tanıyan insanların ulaştığını biliyorum. Belki de en çok çekinmem gereken onlardır.

"Yok be oğlum" diyorum, “iki hiçlik arasında geçen bir ömürde rezil olsan ne olur?"

Sakinleş, rahat ol! Kendi kendine bir deney yapıyorsun diye düşün. Birkaç insan da buna tanıklık ediyor, birkaç tanıdığın senin hayatını teşhir ettiğin kadarıyla röntlüyorlar. Aslında her şeyi anlatmıyorsun ve istesen de anlatamayacaksın. Zaten sen 6 yaşında öldün.

Evet, kendimle ilgili bir derdim olduğu için yazıyorum. Sadece buraya değil, herhangi bir yere yazışım, başka bir şeyle alakalı mı bilmiyorum. Derdimin ne olduğunu hissediyorum ama hakkıyla kestiremiyorum. Muhtemelen sizinkinden dha büyük ve fazla bir dert değildir. Gündelik hayatımı sürdürememe izin vermeyecek bir psikozun içinde debelenmiyorum. Çoklu kişilik bozukluğundan ya da şizofreniden muzdarip değilim. Sadece içimdeki benlerle konuşmaya başladım, şimdi ise susmuyorlar. Kendi egomla kavga ediyorum ve bu aleni ve gürültülü oluyor. Derdim önemli mi? Kesinlikle değil! Bu, güneşli bir günde yemyeşil bir ovada yalınayak koşturmakla yaşanması gereken bir hayat. Geri kalan her dert, bütün kaygılar saçma ve gereksiz. Fakat bunu akılla düşünüp, dille söylüyorum.

Dille söylenenin yürekle teyit edilmesi ancak mücadeleyle olur. Çünkü akılla bilmek yürekle kavrayabilmekten daha zor, O sırıtkan piçi gerçekten severek zilimi çalıp kaçmasını engellemek istiyorum. Deniyorum. Hayattaki her konuda tek başıma beceremiyorum bunu. İnsanlığa da güvenmiyorum. Bir ayrıcalık olamaz mı? Bir istisna? Bir seferlik?

Yazmak, zayıf görünmeye dair duyduğum korkunun kaybolduğu yegane alan. Koskoca ve kapkaranlık bir kuyu, günah çıkartıcı rahip, her gün gidilen psikiyatrist... Ve aynı zamanda kuyuya atan, günaha iten, delirtmek için uğraşan...

Fakat herkes gece başını yastığına koyduğunda kendisiyle olan dertleriyle boğuşmaz mı? Herkes her gece yatağına girdiğinde biraz delirmez mi? Sokak lambalarının tavana yansıyan ışıkları kendi ruhunun dalgalanmalarına benzetmez mi insan?

Perdelerin o anki durumu belirler oraya nasıl düştüklerini. Çok mu sıkışıktır, çok mu dağınık? Örtülü müdür tamamen? Yoksa her ışığa açık? Sonra yoldan geçen arabaların farları girer devreye. Gece ıssızlaşan bir banliyönün güvenli sokaklarından fazla araba geçmez. Eğer eviniz otoban kenarında ise tavandaki yorucu vals bir türlü dinmek bilmez.

Burası, tam da burası, benim gece uyumadan önce izlediğim tavanım. Bakıp bakıp içimdeki oynamaları temaşa ediyorum. Onu bir psikiyatra, profesyonel bir ruh okuyucusuna göstermek istemiyorum. O varlığa, bilinçdışı akışa, zilimi çalıp kaçan çocuğa, elimi ısıran kediye ihanet etmek gibi geliyor. Onun güzelliğini ve şirretliğini görmek ve onlarla kabul etmek istiyorum, konunun uzmanı bir doktor tarafından yakalanıp iğdiş edilmesini değil! O piç yüzünden, kim olduğumdan emin olamasam da; onu bir ruh avcısına verip, meraya salınmış bir malağa döndürmelerine izin vermeyeceğim. Bu yüzden buraya yazıyorum, çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dilerim. Sizi gidi pis röntçüler! Ben teşhirci olabilirim ama siz neden röntlüyorsunuz? .

Madem öyle, bir şey desenize! Ele geçiremediğim kendime, en azından bu kadarını borçluyum değil mi?

Sahi siz napıyorsunuz?

Hiç yorum yok: