11 Ocak 2008: Bugünü unutmamam gerek. Olacağını bildiğim, en sonunda olacağını bildiğim herşey için aklımda tutmam ve sıkı sıkıya yapışmam gerekiyor bu tarihe.
Sabah üst kattan gelen matkap sesiyle uyandığımda işe geç kaldığımı anlamam bir saniye bile sürmüyor:10:40. Alalacele giyinirken aynada şişmiş gözlerle beni süzen kendime bakıyorum:
"Ne kadar tipsiz ve pespayesin oğlum lan sen!" diyor kendim bana, "her gün olduğu gibi..."
"Önce kendine bak! Sen de dünya güzeli sayılmazsın!" diye yanıtlıyorum. Sabah sabah moralimi bozmasına, beni sinir etmesine izin vermeyeceğim. Zaten işe geç kalmışım ve Yaman'a kıl olmuşum. Onunla tanışmak istiyor.
"Bıyığına sıçarım" diyorum şerefsize. Bozulup gözden kayboluyor.
Vapurun en üst katına, Alexis Karamargas'la ilk karşılaştığım yere oturuyorum. Nemsiz hava, şehrin üzerine sonsuz bir mavi gök germiş, göğün bu dinginliği denizi de durultmuş. Güneş vapurun arkasından parlıyor. İstanbul önümde upuzun yatıyor, orospu bohçasından saçılıp dökülüvermiş. Yeşilköy'den Hisar'a kadar teklifsiz ve huzurlu yatıyor. Geriniyorum şehre karşı. O, hiç olmadığı kadar sessiz. Yanıt vermiyor. Daha da mutlu hissediyorum.
11 Ocak 2008: Üst katta 10 kişiyiz. Durmadan soru soran bir oğlan ve ona yetişmeye çalışan babası, kitabına gömülmüş hoş bir kız, kırmızı eşarplı bir kadın ve kirli sakallı oğlu, çalıştığı restorandan getirdiği tonlarca bayat ekmeği martılara atan "Adibas" bereli adam, kürklü yapay deri ceketine sinmiş hüzünlü bir adam, onun kara çarşaflı karısı ve denizi seyre dalmış oğulları. Çarşaflı kadın, örtüsünün iğnelerini düzeltiyor. Güneş, sağ elinin serçe parmağındaki yüzüğün taşlarından yansıyor. Renkten renge giren taşlar hoşuma gidiyor, kadının tek renk solukluğuna inat... Ben de beremi düzeltiyorum. Yaman'ı öldürmek mi istiyorum? Yok canım, daha neler!
Adibas bereli adam bayat ekmekleri fırlattıkça martılar coşuyorlar. Şehirde bir tek gürültü var artık: Kavgacı ve aç gözlü martıların çırpınışları. Öğretmenin sorduğu soruyu bildiğini göstermek için bağrışan ilkokul çocuklarına benziyorlar. Çığlıkları, diğerlerinin arasından dikkat çekerek sıyrılıp, lokmayı kapmak için. Sağ taraftaki denizin lacivertliğinde değil, sol taraftakinin turkuazlığında sorti yapıyorlar. Bazen Ayasofya'yı yıkıp geçecek gibi iniyorlar aşağıya. Biliyorum, hissediyorum bugün olacak! Bir kaç kez olmaya yaklaşmıştı ama kaçmıştı. Ama bu sefer olacak biliyorum. Olmaması için bir neden yok ki! Olacaksa da böyle bir havada, böylesi mükemmel bir günde olmalı zaten. Hislerimden eminim, olacak!
Martılar, sıraların iki metre üzerine geliyorlar arsızca. Hani vapurun o cenahına gidip sıçrasam yakalayacağım birisini. Sonra da alıp ayağımın altına, "Yer misin yemez misin" diyerek döveceğim. Nefise, "Senin yeldeğirmenlerin, azgın ve şımarık martılar... Döv valla!" demişti. İnsanlar kendi içlerindeki ürkütücü gulyabanilere, bakire yiyen ejderhalara saldırsalar, benim neden martıları dövmek istediğimi belki daha iyi anlarlar.
Zira martıyı yakalayınca "lan" diyeceğim, "bir lokma ekmek için bu kadar gürültü yapmaya, bu kadar şerefsizleşmeye değer mi!"
Utanıp yanıt veremediğini görünce de son darbeyi indireceğim: "Oğlum, nefs denilen, ego denilen ve içi dolmak bilmeyen deliğin aslında gayya kuyusunun bizatihi kendisi olduğunu bilmiyor musunuz?"
Bir 'Kra!'lık şans bile vermeyeceğim ona: "Varlık nedir lan? Şu Ayasofya mesela, senin gibi kaç milyon martı gördü biliyor musun? Neden böylesine bir telaşlı, böylesine cazgırsın? Neden sükunet içinde geçecek mutlu ve huzurlu bir hayatı seçemiyorsun? Derdin ne oğlum senin?"
İşte o anda, önemsizliğimi tam anlamıyla hissettiren bir "şey" esir alıyor beni. "Varolmak, bu kadar küçük ve basit olduğunda güzel" diyor. Daracık bir zaman diliminde, dertsiz, tasasız, kendiliğinden ve hatta egosuz... Tüm evren aciz varlığıma doluşuyor, bir anlığına sanki evrenin kendisi oluyorum: İki hafta sonra evsiz mi kalacağım? Nereye gideceğim, ne yapacağım? Martı kimdir? Yaman nedir? Kendimi evde mi bıraktım? Saf ve duru bir varlık. İnsan değil, martı değil, şehir değil, hava değil, su değil! Sadece adsız, tanımsız, sahipsiz bir akış... Evren öylesine işgal ediyor ki bütün evhamım onun içinde ufacık oluyor, ben kalmıyorum...
Huzur bu mu?
İnce ve kısa bir "şlap" sesi duyuyorum. Elimi burnumun kenarına götürüyorum. Yeşil-sarı arası. Burnumun yanında ve bıyığımın üstünde. Beremde yok! Güdümlü sanki, tam hedeften vurmuş.
Güdümlü martı boku!
Huzur bu mu?
Gülüyorum, bıyığıma bulaşan boku peçeteyle silerken -hemen yıkamayacağım, tadını çıkaracağım. Tam olması gerektiği vakitte, tam da olması gerektiği gibi oldu. Bunun tadını çıkarmayacaksam, neyin tadını çıkarabilirim ki! Yüzümdeki tebessüm tüm bedenime yayılıyor. Utanma, kızarma gülüşü değil bu. Bir an içime dolan ve saflığıyla onu yıkayan evrenin verdiği, kısa süreli bir bilgeliğin izi...
11 Ocak 2008, 11:00 Eminönü vapuru. Saat 11:15. Hissettiğim oldu ve içlerinden birisi tutturdu. Kokusuz. Cıvık. Güdümlü. Martı boku. Mis gibi.
Huzur bu mu?
Evet, bu!
Bıyığına Sıçarım!
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder