Yanan Geminin Malları 2

Kırmızı Lahana Rakısı

Sarı sokak ışıklarının su birikintileriyle oynaştığı caddede ilerliyordum. Tabelada Mavi Göl Caddesi yazması içimi biraz da olsa rahatlatmıştı. Yolu tarif eden adamın söyledikleri göz önüne alınırsa doğru yoldaydım. Alaca Gece Kulübüne yaklaşmış olmalıydım. Geçmişin izlerini sürüyordum. O zamanların rüyaları ve yeni bir şehirdeki eski sevgili... Titremeye başlamama neden olan şey ıslak, üşümüş ve yorgun olmamın yanı sıra yılların üzerime dökmüş oldukları asfalt bıkkınlıktı. Ağırlığı ve kurtulunamaz oluşunun yanında her gün üzerinden uzaklara giden binlerce aracın verdiği sancıyla daha da batan bu yol.

Sonunda parlak ve ihtişamlı dünyasıyla kulüp dikildi sağ yanıma. Rütbeleri sökülmüş bir generali andıran kapıcı, beni şöyle bir süzdü. Tebessüm etmeye çalıştım, pek gerçekmiş gibi olmadı. Ben de tebessümümü geri aldım. Kapıyı büyük bir külfetmişcesine açtı. Çok mu sefil görünüyordum acaba? İçeri girip holü boydan boya geçen bordo halının üzerinde ilerledim. Holün sonundaki boy aynasıyla göz göze gelmekten kaçınarak sola döndüm ve merdivenlerden inmeye başladım.

Gürültü ve sigara dumanı... Vestiyer zorla paltomu aldı ve elime, bana hiçbir anlam ifade etmeyen bir fiş tutuşturdu: 42. İlkokula kaydıma hatırladım: Babam elimden tutarak, adının sonradan okul olduğunu öğrendiğim karanlık ve izbe bir binaya götürmüştü beni. Orada da bir numara yapıştırmışlardı bana ve ondan sonra hep o numarayla çağrılmıştım. Herşey devamlı numaralandırılıyordu, şimdi sahip olduğum tüm numaraların yanında, geçici olarak 42’ydim.

Bir yarmanın “içeri buyrun” demesiyle tüm çağrışımlardan çıkıp içeriye girdim. Sağlı sollu masalarda insanlar kül tablalarına işkence yapıyorlar, açıkça söyleyemedikleri ve asla söyleyemecekleri cinsel sapkınlıklarını kadeh ve bardaklar üzerinde tatmin ediyorlardı. Sağdan ikinci masadaki bir küllük bu işkencelere daha fazla dayanamayıp kendini yere attı ve binlerce parçaya ayrıldı. Üzüldüm ama yapacak bir şey yoktu. İnsanlar bunun için para veriyorlardı.

Usulca yaklaşan pembe yelekli yer göstericiyi farkettim. Kemerli bir burnu ve sinsice parlayan bir çift gözü vardı. İyice sokuldu, kulağıma doğru eğilerek:

“Kara büyülü ülkenin başkenti neresidir?” diye sordu.
“Sessiz vadi” dedim kısa bir duraklamadan sonra.

Başını “tamam” anlamında salladı ve bana masamı göstermek üzere yola koyuldu. Benim için kolay bir soruydu ve bu cevapla en öndeki masalardan birini haketmiştim doğrusu.

Önden ikinci masada durdu:
“Şöyle buyurun”
“Böyle bir cevabın hakkı bu mu yani!?”
“Üzgümün ama puanlama konusunda sıkı kurallarımız vardır”

Niçin itiraz ediyordum ki! Bu masa da pek fena sayılmazdı. Garson geldi; bir kadeh eflatun ısmarladım, ardından sıcak sonbahar kahverengisi ve çivit mavisi... Aslında kırkını aşmış birisi sıcak ve cırtlak renkler konusunda dikkatli olmalıydı ama kendimi, tüm bunların ardından, civciv sarısı ısmarlamaktan alıkoyamadım. Daha sonra ise, sahnedeki üçüncü sınıf şarkıcının gırtlağını parçalarcasına debelenişi beni bir gökkuşağı kokteyli almaya zorladı. Ardından sahnede bir adam belirdi:

“Şimdi karşınızda Arabesk-caz’ın billur sesi Gül Okay!”

Bu adı duymayalı o kadar çok zaman olmuştu ki! Beş yıllık bir ilişkinin Rüzgar Koyu’nda bitmesinden bu yana geçen yıllar...

Sahneye çıktı. Üzerinde adına yakışan kırmızı, yarım yırtmaçlı bir elbise vardı. Açık omuzlarına dökülen kumral saçlarının arasındaki yüzü ay gibi parlıyordu. Hiç yaşlanmamıştı sanki. Aksine gençleşmiş görünüyordu. Oysa ben kırlaşmaya çok önceleri başlamış saçlarım ve yüzümdeki vadileri saklayamıyordum. İspanya’dan kalkıp, Güney Amerika’ya Azteklerin altın şehirlerini yağmalamaya giden uygar korsanlara benziyordum.

İlk olarak “Samanlıktan doğaçlamalar”ı söyledi. Sonra “Sabah ezanına kadar seviş benimle” ve “Adana’da sonbahar”...Bir zamanlar bizim şarkımız olan “Bu türküm senin için bebeğim”i söylemeye başladığında ise neredeyse heyecandan ölecektim. Aklım o kadar eskilere gitti ki sonraki şarkılarını dinleyemedim. O seyirciyi selamlayıp gözden kaybolurken, ben de masamdaki kırıntıları bitirdim. Beni görmemişti. Hızla hesabı ödeyip, yılların eskitemediği tek şey olan (tabii ayıkken) çevikliğimle masadan fırladım. Biraz başım döndü ama kulis kapısına kadar rahatlıkla ilerledim. Tam kapıyı açacaktım ki iri kıyım bir herif beni engelledi:

“Ne aramıştınız?!”
Ne kadar çok iri yarı herif vardı burada allahaşkına!
“Gül ile görüşecektim...”
“Ne yapacaksınız Gül hanımı!?”

Ne yapabilirdim Gül hanımı! Yirmi sene önce beraber olmuş, birlikte yaşamıştık. Bir arkadaşımın araştırması sonucu Gül Okay’ın burada sahne aldığını öğrenmiş ve yıllar önce cesaret edemediğim şeyi şimdi yapmaya çalışıyordum. Gül hanımı ne yapabilirdim ki!

“Üvey abisiyim” dedim bana anlattığı bir anıdan yola çıkarak.

Bir kontrole gerek duymadan önümden çekildi, kapıyı açtı.

Sağa sola koşuşturan bir kaç insanın aralarından geçtim. Beni umursamıyorlardı bile. İçlerinden birini durdurup Gül’ün odasını sordum. “İleride soldan ikinci kapı” idi. İlerlerken kalp atışlarım hızlanmış, titremeye başlamıştım.

Kapının önünde durdum, derin bir nefes aldım ve kapıyı tıklattım.

“Girin” diyen ince ve nazik tını kulak zarımı titretiyordu. Hafif bir gıcırtı... O karşımdaydı; arkası dönük ve aynayla irtibat halinde:

“Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi.

Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Beni tanımamış mıydı?! Alabildiğince ölgün: “Gül!” diyebildim.

“Sizinle daha önce tanışmış mıydık? Ne istiyorsunuz!”
“...”
“Ejjderr!”
“Sus! Yoksa seni vurmak zorunda kalacağım!”

38’lik Smith-Wesson’umu çoktan üzerine doğrultmuştum. Zar zor toparlandım:

“Şüphesiz ona çok benziyorsun. Ancak bu benzerlik...bu...ya isim!...”
“Anneme çok benzerim. Sahnede ise onun adını kullanıyorum”

Sesindeki korku ve merak odadaki elektriklenmeyi kamçıladı. Ben ne yapıyordum allahaşkına! Silahı ona doğrultmaktan büyük bir utanç duydum. Ellerim terlemeye başlamıştı. İçimde ılık bir titreme hissettim. Başım dalgalanıyordu, hastalanmadan önce hep böyle olurdu.

“Düşman değilim. Eğer bağırmayacağına söz verirsen, tabancamı yerine koyacağım. Tamam!”
“Tamam, ama kimsiniz ve ne istiyorsunuz!”

Tabancamı yerine koyarken çatılmış yüzüyle karşılaştım. Soru işaretine dönüşmüş kaşları, altlarında bilinmeyen bir evrene açılan gözlerini daha da hiddetlendiriyor ve neredeyse onları tabancamdan daha öldürücü bir silah haline getiriyordu.

“Peki annen nerede?”
“Şehir mezarlığında! O, iki yıl önce öldü!”

Birden bir alev yumağı boğazıma dolandı. Dünya küçük parçalara ayrılmış, ayağımın altından kayıyor, bana da üzerinde duracak yer bırakmıyordu. Aşağıya doğru düşüyordum. Herşey gözlerimin önünden kayarken, ılık bir akımın başımdan aşağıya doğru döküldüğünü ve ilerlerken de ısındığını duyumsadım. Ayak bileklerime gelince dayanılmaz bir hal aldı bu yanma. Ayak tabanlarım yanmaya başladı, sonra birden bir parlama oldu ve ateş tüm vücuduma yayıldı. Dalga dalga yanıyordum. Ani bir ürpertiyle alevler yine boğazıma toplandı. Düğüm yutkundukça büyüyordu.

“İyi misiniz?” dediği sırada bir çift el bana dokunuyordu.
Sağ elini alnıma götürdü:
“Yanıyorsunuz! Şöyle oturmaz mısınız? Bir bardak su için...”

Su biraz olsun kendime gelmemi sağlamıştı. Titreşmeler gitgide azalıyor görüntüler tek ve keskin çizgilerine geri kavuşuyorlardı.

“Su için teşekkür ederim. Adım Yaman Sert”

*** *** ***
Kulübün kapısından birlikte çıktık. O ana kadar geçen sürede neler olup bittiğini doğru dürüst hatırlayamıyordum. Islak insanların izlerine bakıyordum, genç Gül koluma girmişti ve devamlı konuşuyordu. Durmayan, usanmayan bir mitralyöz gibiydi çenesi. Fakat yaralamıyor, öldürmüyor; sadece insana garip bir boşlukta, durmadan akan bir şehirde durmadan akan bir nehrin yanı başındaymış, gibi hissettiriyordu.

“Annem sizden çok bahsederdi”
“...”
“Şu anda ne işle uğraşıyorsunuz?”
“Ben bir özel detektifim. Daha doğrusu mesleğinin sonlarında, yaşlı bir detektif!”
“Yaşlılık!...Zamanın rüzgarında solup gitmek ve bilinmez bir yere sararmış olarak düşmek...”
“Ölüler mordur güzelim!”
“Gene de yaşlanmayı hiç istemiyorum. Ayrıca siz de yaşlı sayılmazsınız”

Ona yaşlı olduğumu nasıl anlatabilirdim. Evet, yaşlıydım; hem de saymaya cesaret edemeyeceğim kadar! Vücudumun herhangi bir yerinde örselenmemiş, yıpranmamış alan kalmamıştı. Her hücrem fazladan ağırlıktı artık ve bana gençliğimi geri getirebilecek ab-ı hayatın varlığına inanmıyordum.

Bir taksiye bindik. Birşeyler mırıldandı, evine gidiyorduk. Bunu bir yerlerde kaçırmış olmalıydım. Arabanın loşlaşmış yorgunluğunu imleyen, yanıp yanmamakta kararsız mavi lambalar tam arkamızda gecenin diğer yolcularıyla yaptıkları gibi bizimle de dertleşmek istiyorlardı. Biz de diğer yolcuların yaptıkları gibi, kendi dertlerimizi ve kurgularımızı yüklemişlikten dolayı, onların bu isteklerini ısrarla geri çeviriyorduk. Benzer mavi lambalar yıllar önce eski genç Gül ve genç benim üzerimde raksetmişlerdi, şimdi ise yeni genç Gül ve yaşlı ben vardık...

Araba iki aynı at kestanesi ağaçlarıyla örülü bir sokakta durdu. Elimi cüzdanıma atmaya fırsat kalmadan Gül-ya da adı herneyse- parayı çoktan vermişti.

Önünde durduğumuz apartman, eski ihtişamıyla olmasa bile, bilgeliği ve gün görmüşlüğüyle yukarıdan bakıyordu bize. Yabancılara karşı tamamen kayıtsızdı, aslında herşeye karşı kayıtsızdı. Çökene kadar tüm sırları içinde tutmaya kararlı ve kesinlikle burada...

Kız döndü:
“Hadi gel, hava iyice soğumuş”

Yaprakların arasından süzülen sokaklambasıışığı benden kaçtı, ben de içeri girdim. 40’ların ağulu esintisinin bizi karşılaması uzun sürmedi. Yeni zafiyet geçirmiş tırabzana tutunarak yukarı çıktık, ikinci kata... Kapıyı açtı: “Girsene”. Girdim.

Müziği gibi evinin dekorasyonu da arabesk-caz’dı. Bir yanda eski yüzyılın avangart ressamlarının eserlerinin kartabasılıkopyaları, öte yanda kilimler, minderler, taze kalaylı tepsiler...

“İçecek bir şey alır mısın?”
“Erik votkası var mı?”

İçki dolabına yöneldi. Güzel bir vücudu vardı: Uzun bacakları, ölçülü ve yuvarlak kalçaları, taş çatlasa 55-60 tutacak beli, güzel ve beyaz boynuna dökülen kumral dalgalı saçları...Nasıl oluyor da annesine bu kadar benzeyebiliyordu! Bu kadar güzel olma hakkını kim veriyordu ona?!

Elinde iki kadehle döndü yanıma: Benim erik votkam ve onun kırmızı lahana rakısı...Gül de en çok bunu severdi! Göz göze geldik:

“Annemin anlattığı kadar varmışsın”
“Nasıl yani?”
“Yakışıklı, çekici ve gizemli...”
“Yıllanmış çok fazla şeyi olan pis bir moruk!”
“Nereden çıkarıyorsun allasen böyle şeyleri!”

Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Votkamı bir dikişte bitirdim. O ise hala rakısıyla oynuyordu ve ela gözleri gözlerimden içeri yansıyor, garip bir şekilde enerji akışı sağlıyordu. Gözleri tüm beynimi doldurmuştu, sarhoş edici ve ayartıcı...

İlk hareketin kimden geldiğini ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama birden dudaklarımız birbirlerini buldu ve umutsuzca birşeyleri ararcasına öpüştük. Dili ağzımın içinde uzadıkça uzuyordu. Zor nefes almama rağmen, o an nefes almanın önemi bile kalmamıştı. Birbirimize dolanmış halde ayağa kalkıp, yatak odasına doğru sürüklendik. Göğüsleri kaburgalarımdan içeri girmişti, göğüs ucunun kalbime dokunuşunu hissediyordum, neredeyse onun atmasını önleyecek şekilde sarmalamıştı kalbimi. Önümdeki sertliği kasıklarının arasına bastırdım. Beyaz, narin boynuna doğru uzandım ve uzun uzun öptüm, öptüm...

*** *** ***

Uyandığımda yanı başımdaydı; çırılçıplak ve beyaz. Saat altıya yaklaşıyordu ve dışarıda yağmur vardı. Kaybettiğim şeyleri bulmuş muydum, yoksa kaybedecek yeni şeyler mi kazanmak üzereydim? Giyindim. Tüm duvarlar sessiz şahitler gibi çevrelemişlerdi etrafımızı. Hava bir türlü ağarmıyordu.

Bir not yazmalı mıydım? Ne yazacaktım ki! Onun yerine bir sigara yaktım; has be has Virginia-Karadeniz kırması... Bütün hayatım, ben bile, bunun gibi karışımlar üzerine kuruluydu. Harmanlana harmanlana geriye başlangıçtan hiçbir şey kalmamıştı.

Yatakta dönüşüyle üzerinden kayan yorganın ortaya çıkardı bacağı evden çıkmadan gördüğüm son şey oldu. Yağmur hala devam ediyordu. Issız ve ıslak sokaklar, yarı çıplak ağaçlar, yanıp sönen sarı trafik lambaları, çöpleri eşeleyen itler...Her şeyin bıraktığım şekilde devinmeye devam etmesinin beni tebessüm etmeye itmesi, onun bana aktardığı enerjinin hala bitmediğini gösteriyordu.

Trençkotumun yakalarını kaldırdım. Bir sigara daha yakıp, kaldırımları arşınlamaya başladım. Gerçek adını bile öğrenememiştim. Oysa ela gözlerinde hiç yabancı olmadığım hüznün ve burukluğun açtığı kapı bizi birbirimize benzetiyordu.

Eski bir dostumun sözü geldi aklıma:
“Muson yağmurları altında kalmış itler gibi hissediyorum”


Aralık 1994

Hiç yorum yok: