Arada bilgisayardaki eski dosyaları karıştırmak gerçekten de faydalı oluyormuş. Az önce, uzun zamandır bakmadığım –neredeyse varlıklarını unuttuğum- iki öykü buldum. 20 yaşındaymışım Kırmızı Lahana Rakısı’nı yazdığımda. Gecenin Kör Gözü ise, ondan 2 yıl sonra delirdiğim bir geceden iki üç hafta sonra cesaret bulup kalemi elime aldığımda çıkan ilk yazıydı.
Mart 1996’nın bir gece vakti, bedenim aklımın kontrolünden çıkıvermişti.
Ankara 100.Yıl Sitesi’ndeki 184 nolu beş katlı apartmandan elli metre ileride bulunan, etrafı çalı çırpıyla çevrili dörtyüz metrekarelik boş alanda bir ateş yakmıştım. Bit pazarından alıp bir kez bile olsun yıkamadan üstüme geçiriverdiğim fitilli kadife ceketin yakalarını kaldırıp içine gömülmüştüm. Bir adım önümde ara ara harlanan ateşin hararetine karşın üşüyordum.
Sigaranın ucu ateşte, aynen o büyük dalgaların müsebbibi olan kağıtlar gibi, çabucak kızarıverdi. Aceleyle birkaç nefes çektim: Gençliğimin düşleri, kabusları, gözyaşları, kahkahaları nihayet bir işe yaramış tek dal sigaramı yakmışlardı ya; muhtemelen başka da bir işe yaramazlardı.
Oysa o kağıt tomarını oraya kadar taşımak, en az onları derleyip toparlamak kadar güç olmuştu. Bir kucak dolusu şiir, öykü ve deneme… Yazmak, insanı zayıflatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Yazmak, gerçekten tehlikeliydi! İnsanın kendi yarattığı bir suretler dünyasına dalıp, arada sırada başını ve yüreğini gerçek dünyaya çıkarınca acı çekmemesi imkansızdı. Çünkü hayalperest, gerçek dünya denilen viranenin kuralları yerine, kendi yarattığı dünya dışında geçmeyen bir akçeyle alışveriş yapmayı dener. Sonuç her zaman hüsrandır.
Kendimi cezalandırıyordum.
Ateşin başında kendimi cezalandırıyordum.
Aslında çoktan benden çıkmış olan şiir ve öyküleri yakarak yapıyordum bunu. Cesaretim bu kadardı, kendimi yakamamıştım.
“Salaksın lan sen!” demiştim kendime ateşin başında, “Aptalın önde gidenisin! Aşık olduğun kadın en yakın arkadaşınla düzüştü. Olacağı da buydu, başka ne bekliyordun ki! Neden sen de sikip atmak için yaklaşamıyorsun? Aptal aşıkları istemiyor insanlar, bunu hala anlayamadın mı!”
Sanırım, insanların zor elde edecekleri sevgi peşinde koşmalarının marjinal faydayla ve ölüm korkusunu özel bir durumu başararak yenme isteğiyle alakalı olduğuna o zaman karar vermiştim. Kolay elde edilen, zaten hazırda olan sevgi; insana acizliğini unutturacak kadar özel hissettirmiyordu. Çünkü, ben de bunu yapıyordum. Çok özel ve nadir bir denge durumu (tahterevallinin uçlarına değil de beraberce ortasına oturulduğu durumlar) dışında, kim ne derse desin, bunun aksini ispatlayan bir örnekle karşılaşmadım. İnsan evladı ne kadar yaşamda daha fazlasını ele geçirme hırsına sahip olması açısından akıllıysa, bir o kadar da hayatını bu mücadelede kaybetmesinden dolayı hödüktür.
O kadınla yıllar sonra Beşiktaş’ta karşılaştım. Numarasını verdi, yazmadım.
“Aklında tutabilecek misin?” diye sordu.
“Tutarım” dedim yüzüne bakıp.
Aklımda tut(a)madım.
Kırmızı Lahana Rakısı, o yangının öncesinden kalan –bildiğim- yegane öyküdür; ötekisi ise bir kırgınlıkla gelen aydınlanmanın küllerinden doğan ilk öykü. Şimdi her ikisi de, aşağıda, kayıtsızlıkla duruyorlar, yangını gülümseyerek hatırlamak ve tatlı bir çocukluk anısı olarak kabul etmek ise bana düşüyor.
Yanan Geminin Malları 1
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder