MODA ÇAY BAHÇESİ
Moda’nın orta sınıfa özgü modern sükûnetinin tam ortasında, 1 liraya ağız tadı kaçırıcı çayı yudumlarken İstanbul Boğazı’nın keyifli manzarasını izleyebileceğiniz bir çay bahçesi vardır. Burada, doğa özlemlerini giderdikleri trekking gezilerinden birisine katılmamışlarsa, Anadolu yakasının başka orta sınıf mahallelerinde oturan genç bankacı çiftlere rastlarsınız; Çamlıca tepesinde çekirdek çitleyerek turlayan ailelerinin, onları sevgilileriyle el ele görme riskini bertaraf etmek için Ümraniye’den kopup gelen türbanlı mutaassıp aile çocuklarına; Kadıköy’deki tiyatrolarda çalıştıkları için Cihangir’in keşmekeşi yerine, Moda’nın ıssızlığına ve yerli dizilerdeki üçüncü sınıf rollere gömülmüş çoktan kayıp oyunculara da...
Baharın coşmaya başladığı Pazar günlerinin birinde bana da rastlayabilirsiniz orada. Tek başına masaların arasından ilerleyen ve sanki hakkı değilmiş gibi, denizi en iyi gören masalardan birine oturmak yerine, daha iç taraflarda şemsiyesiz yerlerden birini seçen kişiyim ben. Elimde bir gazete olur; o çaydan iç burucu yudumları alırken, o aşırı dolu ve yorucu kağıt parçalarını her zamanki gibi yarım yamalak okurum.
Spor sayfalarına bir göz atarım, ekonomi sayfalarını dokunmam bile. Aklıma “zengin değilim, neden okuyayım!” düşüncesi geldiğinden değil, sadece içimden gelmediğinden... Zaten içimde olsaydı da gençken okumaya başlasaydım, zengin bile olabilirdim. Fakat içinden gelmeyen işi yapmamak gerektiğine inanırım: İçinden gelmiyorsa ekonomi sayfasını okumayacaksın, tıka basa yemek yemeyeceksin, karınla sevişmeyeceksin, hatta onunla evlenmeyeceksin, tiksindiğin insanlarla aynı mekanda 9-6 çalışmayacaksın, bir Pazar günü Moda’da çay içmeye gitmeyeceksin.
İşsiz kaldığım ve her sabah “Allah’ım, bugün fatura gelmesin” diye dua ettiğim 3 ay boyunca içimden sıklıkla rıhtıma inip gezinmek gelirdi. Sanırım kocaman gövdeleriyle gökyüzünde kıpırtısız durabilen martılara, eski ihtişamlarını çoktan kapı altından süpürmüş Rum evlerinin cesetlerine ve genciyle yaşlısıyla muhitin ucubelerine aşık olmam bu vakitlere denk geliyor. Bütün gün iki satır yazacağım telaşıyla bilgisayar başında oturup, günü sanal sohbetle ve ahkâm yazılarak sosyalleşilen bir Internet sitesinde heba etmenin ardından kıçımı kaldırıp bir tur Kadıköy-Moda yürüyüşü yapmak, hem eklemlerime hem de hezeyanlarıma iyi geliyordu.
Rıhtımda kalmakta olduğum ince uzun ve ufak daireden, o çay bahçesine gitmek üzere dışarı adımımı attığımda önce İtalyan Apartmanı’nı görürüm. Her seferinde şaşmaz bir şaşırtıcılık becerisiyle avlar insanı. Ağır olmasına rağmen bir martıya eşlik edip uçuverecekmiş hissiyle köşede bekler durur.
Onu geçip yolumun rıhtıma bağlandığı hafif yokuştan aşağı inerken, o daracık sokağın can çekişen binalarının üstünde süzülen martıların çığlıklarıyla karşılanmak keyif vericidir.
Bunu uyduran biziz tabii ki; ben de öncekilerden çaldım, yoksa martıların çığlık attıkları filan yok. Çığlık için korkmak, şaşırmak, kısaca heyecanlanmak gerekir; oysa onlar belki de türdeşlerine günün sıradanlığına dair bir hikaye anlatıyorlar. Öteki ise her zaman kendine göre yontar hikayeyi. Yolda gülümseyerek yürürken karşılaştığın bir kedinin vahşi ormanın en acımasız avcısıyla karşılaşmış gibi tırsak manevralarla kaçması da aynı nedenden kaynaklanır.
Ancak martıların verdikleri keyif öylesine gerçek ve sınırsız uçurur ki aşağıdakileri, o sırada binaların kadraja aldığı denizin üstünden geçmekte olan vapurlar bile havalanacak gibi olur.
Rıhtım boyunca yürümeye başladığın an ise, gürül gürül akan bir hayatın içine balıklama daldığını hissedersin. Denizin hemen yanı sıra uzanan otobüs ve dolmuş duraklarının gürültücü hareketliliği, caddenin bir an bile durmaksızın akan araç ve insan trafiğine karışır.
Martı ve Mangal meyhanelerinin öğleden sonracı müdavimleri, caddeden geçen kadınların kıçlarını göz kararı ölçerken, arada, sana da pis bir bakış fırlatırlar. Onların ayrıcalıklı düşkünlüklerin müsebbibi senmişsin gibi: Karılarının kaçtığı adamsındır, işten atılmalarına neden olan işgüzar insan kaynakları uzmanı ya da onların yerine mutlu olan sıradan hergelenin tekisindir. Ne olursan ol, mutsuzluk ve kendine acımada onlarla yarışamazsın! Sadece şifreli kanalda yayınlanan futbol ligi maçını izlerken heyecanlanır, neşelenirler. Kimi zaman aralarından, oraya nasıl düştüğü belli olmayan bir kaç tipi seçersin. Genelde bir kaç günlük bir işi halletmek için şehre gelmiş olan yabancılar olurlar.O durmadan adını duydukları hayal şehrinin en salaş mekanlarından birinde içmekten mutludurlar.
Cam kenarına sırayla dizilip biralarının ılımasını suçunu kadere atan bu “Hay amına koyayım!” klanının arasında olmayı isterim bazen. Hani genel anlamda hayat için olmasa bile, özellikle mevzu gönül meseleleri olduğunda, kendine acımada az çok deneyime sahibim.
“Patates kızartması kokusu altında meyhanede bira içecek, esnek içme saatlerine uyum gösterebilecek, benzer bir pozisyonda en az on yıl deneyim sahibi özacıyıcılar aranıyor. Arada bir alkol komasına girebilmek tercih sebebidir.”
O öğlen de, çay bahçesine yürürken, aynı rotayı takip ediyorum. Birahanelerin ardından, ana caddeyi dik olarak kesen sokaklara gömülmüş ucuz gece kulüplerini ve Romen fahişelerle aşık genç kızların kaçamak meraklısı zamparaların altında terlediği otelleri geçiyorum.
Moda caddesine geldiğimde güneşin, zaten esmer olan yüzümü karartmaya kararlı olduğunu fark ediyorum. Ona aldırmadan yürümeye devam ediyorum. Çünkü o, ben kendimi bildim bileli beni yakmaya kararlı. Antalya’da, henüz bir çocuk iken, bindiğim dolmuşlarda vurmaya başladı beni. Sanki başkalarına garezi yokmuş, derdi sadece benimleymiş gibi hissederdim. Beni gerçekten bu kadar çok mu seviyordu? Bana bu kadar mı düşkündü ki peşimi asla bırakmadı!
Aşk böyle bir şeydir derler, seven asla bırakmaz. Ben sevememişim ki bırakmakta zorlanmadım hiçbir zaman. Bir yıl mı demişti büyükbaba? Çok yanılmış: Kimse işlerini bir yıla bırakmıyor artık; zaman eskisinden çabuk geçiyor! Benim içinse, sadece eski karımın bende bıraktığı iz bu kadar uzun ve derin olabilir.
Fakat güneş, o acımasız antik yaratık, bunlardan münezzeh tabii ki. O, sevince, 33 yıl bile unutmuyor. Doğumum, resmi olarak, son günüymüş ilkbaharın. Memleketin ekvatora en yakın yerlerinden birinde doğmuşum. Aya ne kadar aşıksam, güneşten de o kadar korkarım.
Korkarım çünkü o her zaman içimdedir, bırakmaz ki bir adım öteye, karanlığa, güven içinde gideyim. Her zaman orada olmak zorundaymış gibi davranıyor; buradaki sefaletin aksine onun dünyaya ihtiyacı yok varolmak için.
Güneşin karşısında, çayın acizliğinden dem vurmak bile ona hakarettir.Güneş için, bir bardak çayla dünya arasında fark var mı sanıyorsunuz? Bu durumda bana aşık da değil demek ki!
Oysa bizim için fark var: Çay bahçesinden sahile uzanan merdivenlerden inerken; çimler boyunca uzanan, sarılan, konuşan, öpüşen, deniz kokusu burunlarında – “buraya gelerek ne kadar iyi bir iş yaptık” diyen- çiftleri görüp onların çayla farkını düşünüyorum. O çimenlere yayılmış olanlar, aynı hatayı ve aynı haksızlığı defalarca yapmanın keyfinden haberdarlar mı? Fakat çay, güneş gibi parlamasa da, ne kadar kalitesiz ya da kötü demlenmiş olursa olsun hata yapmaz. Bana kalırsa asla yalnız da hissetmiyordur, ama bu konuda kesin konuşma yetkisine sahip değilim.
Merdivenlerin nihayetinde bu şehrin en güzel manzaralarından birinin kıyısında olduğumu anlıyorum. Güneş bu sefer denizin üstünde, tuzla buz olmuş alelade bir kristal vazo olarak gözlerime batıyor.
Uzaklara baktıkça insanın gözünü acıtan bu dramayı çok severim. O yüzden gözlerimi alabildiğine kısar, kırıkların yansıttığı sahneye dalarım. Ufkun ötesinden, sadece düşlerde gidilebilen bir evrenin yalnızlığı, gelir bulur insanı. Lafın gelişi; kallâvi bir çölü getirir deniz, ta içine. Denizden esen tatlı meltem, bir anda Sahra fırtınasına çevirir kendini; gözlerin beşiği dalgalar, soluk kum tepecikleri olurlar; kum tadına döner ağzındaki mayhoşluklar. Yanlış bir simya deneyi gibi, bütün altınların avuçlarında külleşir ve dünyanın varlığına -hiç olmak üzere- karışıverir.
İşin garibi, bu kötü ya da üzücü gelmez. Aksine, berrak bir gökyüzü kadar genişler yüreğin; uçsuz bucaksız bir mutluluk dolar içine ve gözlerini daha çok kısarak bakarsın ufka. Yüzüne salak bir gülümseme yayılır ve nerede olduğunu unutuverirsin.
Sahilde olduğumu unutuyorum ben de, afallamış bir halde yeniden merdivenlerden yukarıya çıkıyorum. Kalabalık grupların şen cazgırlığından mümkün olduğunca uzakta bir yer bulup oturuyorum.
Garsonlar masaların arasında kaybolmuşlar, ortalıkta görünmüyorlar uzun bir süre. Ardından birisini yakalayıp sıkıştırıyorum.Hizmet edeceği için memnuniyetsiz görünüyor.
“Ne alırsın abi?” diye soruyor.
Hiç düşünmeden yanıtlıyorum:
“Çay istiyorum...”
Martı Bakışı Öyküler 2
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder