Martı Bakışı Öyküler 3

ALEXIS KARAMARGAS:
KENDİNİ KARA BİR MARTI ZANNEDEN KARGA

Sahilden Kadıköy’e doğru yürürken, o sabah neden berbat bir şekilde uyandığımı düşünüyordum. Ağzımda acı bir tatla kalkmıştım. Susuzluğum, buzdolabından bir şişe suyu dikmekle bile geçmemişti. Bütün gece tuzlu su içmiştim sanki.

Başımın ağrısı, Moda Çay Bahçesi’ne yaklaşırken azalmıştı. Buna rağmen ağzımdaki tuz tadını içtiğim iğrenç çay bile dindiremedi. Üstüne üstlük çay içmeye yürürken kafamdan binlerce bozuk düşünce geçmiş; her saçma his, çatlayan başıma temiz bir cila çekmişti. En nihayetinde tahminimin aksine, saçmalıklar mucizevi bir etkiyle ağrımı kesmişti.

Neyse ki o öğlen ikinci kez indiğim Kadıköy’e uzayan sahil yolu, alışık olduğum bir deniz havası mutluluğunu getirdi. Gerçek anlamda huzur buldum: Sartre’in “Yabancı”sının havası, içimi açmıştı. Öyle ki sol kulağımdaki küpelerin içinden geçen rüzgârın vınlayışı bile tatlı bir armoni gibi geliyordu. Üstelik aklıma nihayet makûl bir fikir gelmişti: Karaköy’e geçip, bu harika ışıkta biraz eski bina avı yapacaktım.

Evliyken, eşimin “ama benim sadece bir hafta sonum var” ısrarlarına karşı evden dışarı adım atma konusunda ayak diretirdim. Ancak “kale”m yıkıldıktan sonra, yaşadığım viranede ömür tüketmektense, kendimi sokaklara biraz daha vurur olmuştum.
Sonrasında da sokak düşkünü bir insan olmamıştım ama içine girmeye pek de hevesli olmadığım orta sınıfın takma turist gözünden kurtulmak, beni sokaktaki tuhaf insanları ve binaları keşfe daha da meraklı hale getirmişti. Karaköy’e giderek İzzet’in o çatıdan bu çatıya dolaşmasını seyredebilirdim. Ya da bir köşeden onun meleği başını gösteriverirdi bana da. Belki de Alexis’le karşılaşırdım vapurdan inen kalabalığın içinde yürürken.

Bir banka oturdum; kıçlarını deniz kıyısındaki yığma kayalara yerleştirmiş, sarmaş dolaş bir halde deniz romantizmi yapan bir çiftin tam arkasına.

Yolculuğun ve Karaköy’ün keyfi. Eksi, Karaköy’e gidecek vapura kadar yürümek, onu beklemek ve binmek. Eksi, eve gidip içmeye ve yazmaya başlamak. Eşittir, sıfır.

Bej montun cebinden telefonu çıkarıp Ebru’yu aradım. Bu montu nedense hep sevmişimdir. İnsanın ne zaman aldığını ya da hangi öğrenci evinde, kimden çarptığını hatırlamayacağı türden ucuz bir monttu. Bazı giysiler vardır, aynen bazı insanlar gibi iyi hissettirirler. Hep onu giymek ister, onun için en uygun havayı kollarsınız. Hatta kimi zaman o vakitler gelse de giysem diye dua edersiniz. Bazı insanlarla da böyledir durum: Onların mevsimi gelse diye beklersiniz, ya da hani biraz kötü hissedince telefona yapışıp iki kelâm konuşmak için can atarsınız. Sanki onların en doğal halleriyle varlıkları, sizin alâkasız derdinizi alıp götürüverir. Bir an bulutlar kadar hafif, ama var hissedersiniz. Ancak asla gereğinden fazla yaklaşmazsınız onlara. Çünkü gereğinden fazla yaklaşmanın o büyüyü yok edeceğinden korkarsınız; çok sevdiğiniz bir elbisenin solması ya da sünmesi gibi. Ama öte yandan da her büyüye asıl değerini veren, onun bozulmasıdır. Bitmeyen, ya da bitmediği iddia edilen büyü aslında kendi halinden çıkmış, gündeliğin telaşsız ve güvenli koltuğuna kıçını yaymış bir asalaktır.

Ebru’nun sesi uykuluydu. Neredeyse mırlar gibi konuşuyordu:

“Dün gece neler oldu bir bilsen!”

Dün, gece mesaisinde yine yalnızdım. Her daim balkondaki müstesna yerinde duran elektrikli mangalda kızaran ve ardından, yanmaktan duyduğu elemi tüm konu komşuya duyuran balığın eşliğinde diplediğim rakı bittikten sonra aramıştı Ebru.

“Selam Harun” demişti, “n’apıyorsun?”

“Evdeyim canım, içiyorum”

“Senin evin Kadıköy’ün neresinde?”

“Rıhtımda hemen. Deniz Otel’in arka tarafında.”

Sonra ne konuştuğumuzu hatırlamıyordum ancak telefon kapanmıştı. Sonrasında bilmediğim bir numaradan arandığımda gözlerimi kapaklarının karanlığa açmış, muhtemelen hatırlanmayacak rüyalara doğru yola düşmüştüm. Ani bir sıçramayla telefonun ışığına uzanmıştım.

Bir kez daha “Kadıköy” mevzu dönmüştü.

“Uyuyor muydun?”

“Yok canım, ne uyuyacağım!”

Geliyor muydu? Gelmiyor muydu? Gelmemişti.

“Dün” dedi güneş gözüme girerken, “kontörüm bitti. Bir çocuğun telefonunu istedim, onunla aradım. Off, tamamen saçmalamayla dolu bir geceydi! ”

Uykusundan uyanıyordu.

“Sen n’aptın?”

“Ben, Karaköy’de gezmeyi düşünüyorum!”

“Aa harika! Beraber gezelim mi? Cihangir’e gel önce. Çok güzel bir yer var, bir kahve içelim. Sonra gezeriz beraber!”

Vapur, en büyüklerden birisiydi; şu üç katlı olanlardan. İlk kat, kapalı salonlardan ve yanlarda, güzel rüzgâr yenilen, tek sıra oturaklardan oluşuyordu. Bir üst katta çay ocağının olduğu kapalı bir salon ve kıçta da açık bir bölüm vardı. En son kat ise bir vapurda oturulabilecek en özgür yerdi: Gökyüzü, vapurun bacası ve üç sıra halinde dizilmiş oturakların demir bir çitle kurtarma botlardan ayrıldığı güverte... Geminin başına bir iş gelip batmaya başladığında insanların o botlara nasıl ulaşacağı sorusu ise kimsenin, hele hele böylesi parıltılı bir havada, umurunda değildi.

Orta sıranın en son oturağına, demir çitin önüne kuruldum. Böylesine aydınlık ve canlı bir anın içinde bulunmaktan dolayı iç gıdıklayıcı bir keyif alıyordum. Bacak bacak üstüne atıp, ellerimi ensemde birleştirdim. Başımı avuçlarımın arasına alıp gözlerimi yumdum. Göz kapaklarımın altında kavuniçi bir filtre oluştu. Ölümcül derecede güneşli günlerde gözlerinizi sımsıkı yumsanız bile, sadece kavuniçinin tonlarına erişirsiniz, asla siyah olmaz.

Kendimi yukarıdan gördüm. Önce ağır ağır yükselerek; ardından da vapuru boylu boyunca turlarken -belirsiz sortiler- eşliğinde. Nihayetinde döne döne yükseldi görüşüm. Her şey ufalmaya başladı: Önce ben önemsizleştim, sonra vapur ve hatta Kadıköy... Alexis Karamargas, bütün göğü bir anda fethediverdi! Ardından göğü ele geçirmenin de önemsiz olduğuna karar verdi ve yeniden süzüldü aşağıya: Deniz büyüdü, vapur büyüdü, ben büyüdüm.

Gençlerden oluşan kalabalık grubun içinden birkaç kişi, zincirleme afili kahkahalar patlattılar. Vapur hareket etti. Eğitim sendikasının Rıhtım caddesinde yürüyüşü başladı. Alexis Karamargas, ben onu göremeden, ortadan kayboldu.

Zıpır ve sivilceli egolarının gürültücülüğünden lise öğrencisi oldukları anlaşılan gençler, sol taraftaki dört oturağı işgal ediverdiler. Kızlı erkekli grup; bağırış çağırış içinde birbirlerine çatıyorlar, şakalaşıyorlar, laf atıyorlardı. Kendi toy vakitlerim geldi aklıma. Ben de mi bunlardan birisiydim, biz de mi bu kadar rahatsız ediciydik? Kesinlikle öyleydik! Hatta en gürültücülerinden birisi de bendim.

Kartlaşma dönüşümüne yeni başlamış, dengesiz ve ayarsız sesimle normal konuşmam bile gümbürtü olarak çıkıyordu. Arkadaşlarımın arasındayken tam anlamıyla zıpır, haylaz tipin tekiydim. Sınıfın popüler, çalışkan ve etkileyici üyelerinden birisi olmamama rağmen göze batan, derslerde ve ders dışı vakitlerde içten bir biçimde çıkıntılık yapan bir velettim.

Oysa evde odama kapandığımda ikinci hayatım başlıyordu. Karanlıkta yatağa uzanıp kulaklıkları takıp bütün gece müzik dinliyordum. Asla muhataplarına ulaşmayan küçük öyküler ve acıklı şiirler yazıyordum -ki o vakitlerden çok sonra, üniversite yıllarında yazdıklarımla beraber tarafımdan yakılıp kül oldular.

15 yaşında o saçma ve nahif öyküleri yazarken, aklımdan bir gün bilinen bir yazar olacağım fikri geçiyordu. Sadece ünlü ve zengin olmak değildi mesele; bilinmek istiyordum. Durmadan kendini ön plana çıkarmaya yönelik, palyaçovari gösterilerle değil de; kendiliğinden, hatta insanların çaba harcayıp sindirecekleri bir bilinmeklik isteğiydi bu. Erkek egosunun anlık şişmeleriyle yetinemeyecek kadar iddialıydım. Ardından Yunus Emre ve Mevlâna ile gerçek anlamda tanışmam gerçekleşti ve çizgilerim belirsizleşti. Tabii ki bütün yazdıklarımı üniversitedeyken yakmamın tasavvufla uzaktan yakından ilgisi yoktu.

Aşka dair bir kırgınlığı ve umutsuzluğu içinden atmak için kimi zaman bir öykü yazarsın, kimi zaman da hepsini yakarsın. Yazmaya gücüm ve cesaretim olmadığı bir vakitte yakmıştım onları. Oysa o an içimden yazmak gelse, çalakalem kağıda boşalacak, öyküyü hızla bitirmek için çaba sarf edecek ama en sonunda –son satır bittiğinde de- içindeki yükü tamamen atmanın rahatlığıyla o en güzel zavallılık halinden kurtulacaktım.

Çocuklardan birisi bağırdı:

“Lan bi’ sigara versene!”

“Oğlum hep benden otlanıyorsun lan!”

Kızlardan birisi avazının son noktasında araya girdi:

“Bağırmayııın yaaa! Offf!”

Vapurun harekete geçerken titreyişi, gençlerin çığlıklarına ve martıların dilenişlerine karıştı. Başımı yukarı kaldırdım. Bir tanesi tam tepemde uçuyordu. Kanatları açılmış, rüzgârı en hassas yerinden yakalamış bir denge makinesiydi. Kuşlardan anladığımı iddia edemem; ama havada böylesine ustalıkla asılı kalabilen, asılı kalırken gövdesini kımıldatmadan boynunu döndürerek ortalığı kolaçan eden ve bu kadar mükemmel süzülen başka bir kuş türü görmediğimi söyleyebilirim.

Geriye dönünce grubun geri kalanını gördüm. Bir kaç metre yukarıda, havaya atılmasını ümit ettikleri simit parçaları için süzülerek vapuru takip ediyorlardı.

Fakat tam ortalarında tuhaf bir karaltı vardı. Martı gruplarında hiç rastlanmayan türden karanlık bir kuş, aynen onlar gibi kanatlarını açmış havada asılı duruyordu. Martılardan farklı olarak kanatlarındaki tüyleri, aradan gökyüzü görünecek derecede açılmıştı. Kanatları, martılara ayak uydurma adına neredeyse parçalanacak gibiydi. Ancak yıllardır martılara ait olduğunu düşündüğüm bazı numaraları müthiş bir beceriyle taklit ediyordu.

“Aynı meşrepte olan kuşlar beraber uçabilir” düsturunun doğruluğunu kabul etmiş birisi için akıl almaz bir durumdu bu. Bir karga, martılarla beraber –aynen onlar gibi- vapuru takip ediyordu; üstelik martıların oluşturduğu o sıkı grubun tam ortasında kalarak!

Farklı olan ürkütücüdür oysa, onunla uçamazsın! Lafın gelişi; martılarla karabataklar, Haydarpaşa Limanı’nın karşısındaki dalgakıranda yan yana dururlar ama asla beraber uçmazlar. Çünkü uçma alışkanlıkları birbirlerine uymaz: Karabataklar denize yakın uçarlar ve bundan dolayı hızlı ve atik olmaları gerekir, asla martılar gibi irtifa değiştirerek havada süzülmezler. Martılar da, tehlike durumunda ya da karın doyurma adına, denize gömülüp elli metre öteden çıkan karabatağın yeteneklerine sahip değildir.

Bir anlığına yan yana olabilirler, ama asla beraber uçamazlar!

Ancak bu karga, martıların arasında, onlar gibi uçuyordu. Yanılmış mıydım? Kuralın istisnası var mıydı, benim bilmediğim?

Alexis, sen bir istisna olabilir misin? Tüm kuralları darmadağın edip, şu durmadan kendini tekrarlayan hikâyeyi yeniden yazabilir misin? Her günün aynılığının telaşı içinde ağaç tepelerine tünemektense, denizin üstünde bir o yana bir bu yana savrulmanın keyfini çatabilir misin?

Kara kuş, çitin arkasına indi. Bir botun gölgesinde birkaç kez ileri geri zıpladı. Yukarıyı, olmayan simit parçaları için vapuru takibe devam eden martıları süzdü. Ardından da, sekmeye devam ettiği halde onlara gakladı. Ancak sıradan bir gaklama değildi bu: Kargaların bilindik, akortsuz konuşmalarının aksine, uygunsuz ses aralığından edilen bir küfür gibiydi.

Bulunduğu gölgeden, karşı taraftaki botun gölgesine doğru seğirtti. Onun karşıya geçişi sırasında gözgöze geldik; bir yabancıymışım gibi baktı bana. Fazla da umursamadı açıkçası, başını yeniden tepemizde uçan martılara doğru kaldırdı.
Bir kez daha küfür savurdu yukarıya. Anlatmak istediğini, dilinden anlamayan başka kuşlara söylemeye çalışmanın öfkesiyle, asabi bir şekilde havalandı.

Çok kısa bir süre için asılı kaldı yukarıda: Karaya uçmadan önce, belki de bir saniye martılarla durdu... Yaydan fırlayan bir ok gibi, beyaz kuşların arasından sıyrıldı ve hızla Haydarpaşa Limanı’ının dalgakıranına doğru uzaklaştı.

Aptal gülümsemem yüzümde bir süre asılı kaldı. Aval aval alışık olduğu alana gidişini izledim.

Soluk yüzlü çaycı tepsisinde çaylarla belirdi: “Var mı çay isteyen?”

Gençlerin cıvıltılarında ne bir artış ne de bir azalma oldu.

Martılar tepede süzülüşlerini sürdürdüler.

Arkama yaslanıp, vapurun bacağından göğe karışan siyah dumana baktım bir süre.

Karaya çıkma telaşını bastırmama yardımcı olacakmış gibi bir sigara yaktım.

İlk nefesle ağzımdaki acı tat geri geldi: Gün, muhteşem olacaktı!

Hiç yorum yok: