Rıhtım Alkolikleri

Sokak alkolikleri Kadıköy’ün gülleridir!

Yeminle başka bir yerde bu kadar terbiyeli sokak insanları görmedim. Hani gelecekte biri kafayı çizer de falçata sallar o ayrı mesele. Ancak onları Taksim’in sokak ayyaşlarından ayırt eden özellik tuhaf bir çizgiye sahip olmalarıdır. Sözgelimi, Yalçın takım elbiseyle, yanı başında radyo, Martı Birahanesi’nin önünde yatar kimi zaman. Ya da Mehmet vardır…

Genelde takıldığı spor tarzın aksine o akşam takım elbiseliydi Mehmet. Kaldığı bahçenin önündeki boyacının yanına oturmuş çay içiyordu, beni fark etmedi bile.

“Mehmet naber?” dedim. Yerin yedi kat altına gömdüğü gözlerini çıkarıp bana baktı ve gülümseyerek:

“Vay abi!” dedi, ardından tiyatrosunu oynamaya koyuldu:

“Pek iyi değil abi ya. Sinyalizasyon durumları sakat, beş kuruş yok cepte! Baksana çay içiyorum” dedi.

“Çay iyidir oğlum” dedim, “Her zaman alkol olmaz, yorar bünyeyi…”

Ellerini tuttu yere paralel:

“Abi ya” dedi, “Kriz geliyor içmeyince!”

Ellerine baktım. Ben o şekil tutsam ellerimi, yeminle daha fazla titrerdi.

“Abim bir bira parası verir bana!” Sarıdan kahverengiye dönen dişleri kamaşıyordu. Çıkarıp iki lira verdim:

“Bir bira alırsın”

Mehmet gerçekten ilginç bir tiptir, sokak adamı gibi gözükmez. Araştırın Google’dan Christopher Marlowe’u, karşısına çıkan ilk resimdeki adam Mehmet’tir. Uzun saçlar, tuhaf ince bir top sakal, acıklı bakışlar…

Kimi zaman kankası Veysel’le kavga ederken yakalarım onu. Bu Veysel’e bağırır:

“Lan amına koyayım senin! İbnenin tekisin sen! Sikik herif!”

Veysel sesini çıkarmadan yoldan geçenlere bakar. Ben de geçerim, o vakitlerde hiç konuşmam. Karı koca kavgası arasına girmek istemeyen pısmış bir karakter olarak, beni Eminönü’ne götürecek motora doğru yürürüm.

Mehmet’i çay içerken yakaladığımda Veysel hapisteydi. Güya birisi kimliğini çalıp naylon fatura düzenlemiş. Ama gerçekte ne olduğu kimse bilemez! Böyle bir uzlaşmaları vardır, söylenenden asla emin olamazsın. Mesela Mehmet de hapse girmiş; Samsun’da nasıl yattığını anlatmıştı bir vakit. Bahariye’de bir bankta uyurken ona sataşan zengin velede cebindeki 7.45’lik ile karşılık vermiş. İçlerinden biri yaralanmış. Bunu da bir şekilde derdest etmişler. Hapse girişini anlatırken, daha önce yaptığı Kadıköy-Topkapı hattı halk otobüsü muavinliğini özlemle anıyordu:

“Abi bir zamanlar çalışıyordum valla!”

Silah hikayesine ise ancak bir gece kolu kanlar içindeyken inandım. Veysel’le birlikte bana beraber takılmaya söz verdirttiği bir arka bahçe vardı. Onların sığınağıydı burası. Veysel’in hapiste olduğu bir vakit Mustafa’nın dükkanına bira almaya gidiyordum. Mehmet’in ceketi sıyrılmış, kolu kana bulanmıştı. Çizik çizik koluna kendisinin işkence ettiği belliydi. Köşedeki eczanenin sahibi onu ikna etmeye çalışırken geldim ben.

“Amirim” dedi, “Amirim sen beni bilirsin!”

Eczacı bana baktı. Küpeli ama bıyıklı bir adamdan polis amiri olup olmayacağını tarttı önce. Ardından ben sesimi çıkarmayınca ikna olmuş gibi:

“Gel şu kolunu halledelim” dedi.

Mehmet titrer halde arka bahçesinde konakladıkları kokoreççiyi gösteriyordu:

“Abi, onların kazanlarını çalmışım! Amirim sen beni bilirsin, dokunur bana böyle iftiralar!”

Mehmet, ayakta duramıyordu ama kendisini çizmişti. Çalıp sattığı iddia edilen bir kazan uğruna. Üç beş metre öteden olayı izleyen kokoreççi Mehmet’in “amirim” bağırışları üzerine dükkanına yöneldi. Elemanları içeriden bizi izliyorlardı.
“Amir” miydim? Bu hoşuma gitmiş miydi? İnsanların korktukları bir varlık olmak, iktidarın en görünür halidir. Evet, hoşuma gitti! Mehmet ya dumanlı kafasından dolayı ya da tamamen bir dram çevirmek adına beni “amir” ilan etmişti. Evet, bir gizli polistim . Arada sırada kokoreç aldığım adamın bana bakışı değişmişti, tanımadığım eczacının bakışı değişmişti.

“Biliyorum seni Mehmet” dedim, “şimdi gir içeriye de adam pansuman yapsın! Bir daha da kendini böyle durduk yere çizme!”

Elimle, öylesine güven telkin etmek için, hafifçe beline vurduğumda elime bir metal çarptı: Bir silahtı! Mehmet silahlı olduğunu anladığımı fark edince:

“Abi valla bir arkadaşın emaneti” dedi.

Dönüp uzaktan bizi izleyen kokoreççiye baktım; gerçekten şanslı hergeleydi!

“Geç içeri” dedim, “geç de pansuman yapsınlar, kolun kanıyor!”

Eczacıyla beraber içeri girerken son lafımı ettim ardından:

“Bir daha yapma be Mehmet!”

Onlar her yeri aydınlık eczaneye gömülürlerken ben de Mustafa’ya doğru yürümeye başladım. Mehmet silahlıydı. Korktuğu için mi sıkmamıştı? O Marlowe kılıklı genç, deli ayyaş, çorba kazanını çaldığını iddia eden kokoreççiye öfkelendiği için kendisini kesmişti. Belinde silah olduğu halde, daha önce yaptığını yapmamak için mi eli oraya gitmemişti?

Mustafa her zamanki gibi gülerek karşıladı beni:

“Selam Harun baba!”
“Selam Mustafa abi!
“Nasılsın?"
“Bilmiyorum! Nasıl olduğumu bilmiyorum, ama bir büyük rakı istiyorum…”

Holeşk - Yazık Günah Lan!

It's a Sin - Pet Shop Boys
(Evet taş çaldım - Kedi Köpek Dükkanı Piçleri)

(hacı maç 20 saniyeye başlıyor şarkıyı hızlı söyle de maçı kaçırmayalım)

maziye bakınca şöyle bir
ulan ne çok halt yemişim diyorum
ne ettiysem her zaman kabak benim başıma patladı
kiminle nerede nasıl okey oynarsam oynayayım
her seferinde taş çalmışlığım vardır,
alışkanlık işte

evet taş çaldım...evet taş çaldım...evet taş çaldım
yaptığım herşey, bastığım her düğme, yürüdüğüm her yol, tercih ettiğim her doğru...
bir taş çaldık diye de abartmayın lan artık

okulda efendi uslu olmasını öğrettiler de
ben ortaokuldan terkim
bundan dolayı pek takmam bunları.
bizimki beni okuldan alıp kaportacıya verdi.
evet taş çaldım...evet taş çaldım...evet taş çaldım

peder bey ben kahvedeyim geç gelirim.
son iki el valla ya, elde de çift okey var.
hacı bizim çayları tazele, yancılara da getir.
valla bizim peder de vıdı vıdı konuşup canımı sıkıyor zaten.
şeytan diyor bas git.

evet taş çaldım...evet taş çaldım...evet taş çaldım
yaptığım herşey, bastığım her düğme, yürüdüğüm her yol, tercih ettiğim her doğru...
bir taş çaldık diye de abartmayın lan artık

(ahanda sıfıra düştük! hesap da size kapak olsun)

Orijinali için
http://www.azlyrics.com/lyrics/petshopboys/itsasin.html

Holeşk - Yaz Süper Lan

Summertime - Nina Simone
(Yaz süper lan - Ninesi limon)

Yaz vakti ve hayat keka
Bizim yazlığın orada kefaller nah kolum kadar olmuş.
Pamuk taban fiyatı da yükselince
Senin peder voliyi vurmuş.
Anan güzel mi!

Dandini dandini dastana
Danalar girmiş bostana

Bu sabahların birinde,
Peder diyecek "eşek kadar
adamsın bir baltaya sap olmadın!"
Sonra seve seve çalışacaksın
(Oh kol gibi girdi di mi!)

Orijinali için
http://www.lyricsdepot.com/nina-simone/summertime.html

Holeşk - Yolda İlerle!

Hey You - Pink Floyd
(Hüop Hacı- Pembe Fil)


Hüop hacı, soğukta ne bekliyorsun
Tek başına ve telleri kadayıf olmuş bir kıçla?
Duyuyor musun beni alo?
Hüop hacı, koridorda bekleme öyle,
Kıçın buz tutacak. Hişşt daltarak!
Duyuyor musun beni alo?
Hüop hacı söyle de bari lambayı kapatmasınlar,
Artistik yapan olursa iki tane çakarsın.

Hüop hacı, harbiden orda tek başına napıyorsun lan?
Ara 900'lü hatları,
Hatunlar "dokandır" diyorlar valla.
Hüop hacı, kulağı duvara dayamışsın da
Yandakileri mi dinliyorsun lan?
Ayıp lan, gel beni de dinle bari!
Hüop hacı, bir el at da şu taşı sürükleyelim bir duvarın dibine doğru.
İvi tivi yaparsan yüreğini deşerim,
Dalağını alırım olan o olur!
Bekle lan geliyorum!

Ulan bir fantezi de yaptırmıyorsunuz adama!
Duvarlar yüksek rönte yatamıyoruz
Gördüğün gibi.
Geçenlerde bizim bir arkadaş denedi;
Kıçını yırttı ama duvarı geçemedi
Beyni sulandı zavallımın.

Hüop hacı, oğlum yolun ortasında ne duruyorsun lan mal gibi?
Lafımızı dinle bir hele.
Bir el atalım süper ortam varmış duvarın arka tarafında.
Lan öte taraftakiler!
Oğlum bundan hayır yok, bari siz bir yardım edin lan Allahsızlar!
Duyuyorum içip içip şişeleri kırıyorsunuz orda
Alem yaptığınızı bilmiyor muyum lan!
Lan oğlum şu garibana da bir yardım edin,
Anca beraber kanca beraber.


Orijinali için
http://www.lyricsfreak.com/p/pink+floyd/hey+you_20108696.html

Holeşk'e Giriş

Lan hacı
Hatırlıyor musun, bir zamanlar Hasta Olunası Ecnebi Şarkılar Külliyatı (HOLEŞK) yapmıştın Sosyomat'ta.
Onu hazır blog filan varken yeniden canlandıralım diyorum. Ne dersin ha, eski ekibi toplasak?
Bak başlangıç olarak The Doors'tan atalım bir tane...

A Feast of Friends - The Doors
(Eş Dost Sofrası - Eşikler)

Vay anasını,içime kurt düştü lan!
Maslak'ın acımasız
binalarının ışıkları altındayız.
Kıçlar baş olmuş,
İt herifler ve onların orospuları
İşçimin çiftçimin üstüne
Yamalı donları uygun görüyorlar!

O karanlık yüzler beni hasta ediyor!
Boyalı basın üst katlardan izliyorlar,
Gecekondu mahallelerini.
Bahçemde güller açsın istiyorum,
Uyuz etmeyin adamı!
O lâller
çamurda debelenen düşkünlere
verilsin.
Ama insanlıktan çıkmış alem,
Kan emerek yaşıyor şerefsizim!

Oğlum Papaz'ın Bağı’na gitmek için
bizi bekliyorlar.
Nevaleyi hazırlayıp yola düşelim;
zira tipini siktiğiminin ölümü ne zaman gelir belli olmaz!
Hayat fani, ölüm ani oğlum!
Geçen gece Süheyla'yı yatağa atmıştın, ya onun gibi
-güya kankandı ayıp lan! Ayrıca ben o karıdan tırsıyorum vallahi.

Lan ölünce kanat manat çıkacakmış!
Ben istemem arkadaş ne öyle yumoş gibi!
Kartal gibi pençe versinler yeter bana.

Ama hacı orada para derdi, karı derdi yok!
Ooh valla kafa dinleyeceğiz diyorum da,
Arada zebaniler dürtecek diye de tırsıyorum lan!
Neyse böyle ot gibi yaşamaktan iyidir.
Oğlum bizim peder yemeğe çağırıyor ama
Gitmeyeceğim iki el daha kılıç atalım
Var mısın?

Orijinali için:
http://www.lyricsfreak.com/d/doors/a+feast+of+friends_20042759.html

ya evde yoksam

naber lan!
ya evde yoksam, ne bok yiyecem oğlum!
hayır hacı mesele o değil, şarkı aklıma takıldı. cemal safi yazmış şiiri, orhan kencebay şarkı yapmış. kendime göre yeniden yazacağım, yine “megaloman” diyecek ahali. oysa yeminle megalomaniden değil oğlum yalnızlıktan! sadece yalnızlıktan…


Ya Evde Yoksam

Aşkımla ne garip hallere düştüm!
Her şeyim tamam da bir bendim noksan!
Yağmur yaş demeden yollara düştüm,
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Elbisem gündelik, pabucum delik,
Haberim olsa da sobayı yaksam.
Yağmur iliğime geçti üstelik!
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Sarhoşsam kapımı çaldığım anda,
Fahişeler gibi açık saçıksam!
Bir de ufak rakı varsa masamda!
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Bakkala gitmeme lüzum kalmasa,
Durumu anlardım takvime baksam!
Allah vere misafirim olmasa,
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Kıvırcık marulum vardır inşallah;
Bir salata yapsam, bol limon sıksam.
Benim de iştahım iyi maşallah!
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Sabahlara kadar içsem, sevişsem
Ne ben işe gitsem, ne ben ayılsam,
Derin bir uykunun dibine düşsem!
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Ne kadar üşüdüm, nasıl acıktım!
İlk önce sıcacık banyoya soksam,
Sanırım şu anda denizden çıktım,
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Yanlış mı aklımda kalmış acaba!
Muhabbet sokağı numara doksan.
Boşa mı gidecek bu kadar çaba!
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

Ya yolu kaybettim, ya ben kayboldum!
Ne olur bir yerden karşıma çıksam!
Tepeden tırnağa sırsıklam oldum!
İçim ürperiyor, ya evde yoksam!..

kadıköy benim galapagos'umdur!

Kadıköy benim Galapagos'umdur!

"Galapagos neresi?" diye soracak olursan, "Harun Yahya'nın doğum yeridir" derim. Ama Kadıköy'ün can damarı rıhtımdır.

Rıhtım; martıların güruh halinde binaların tepelerine konup, sevişip, sıçabildikleri Kadıköy muhitidir. Her ne kadar "On the Waterfronts" atraksiyonu olmasa da, "Midnight Cowboy" havası hiç kaybolmaz.

Bu güzide muhiti tanımaya kalkarsak; popülasyonu martılar, midyeler, kediler, kaçak CDler, denizanaları (deniz kısmında), minibüsler ve insanlardan oluşur. Bu karbon, silikon ve azota dayalı yaşam formları birbirleriyle ilginç bir ilişki içerisinde yaşarlar. Martıları şerefsizdir, başka bir yerin martılarına, söz gelimi Marsilya martılarına benzemezler. Bak Marsilya martılarına, Avrupa görmüş efendi kuşlardır hepsi. Rıhtım martıları ise Dünya Martı Cemaati'nin Romanları, çingeneleridir.

Midyeler genellikle midyeliğin pirinçli halinde bulunurlar. Size tavsiyem gözünüze bir midyeci kestirin ve midyeyi hep oradan alın. Bir süre sonra, "Bu da benden olsun abi" diyerek fazladan midye veriyorlar.

Kedileri genellikle, harika Rum evlerinin olduğu ara sokaklarda yaşarlar ve belirli noktalara, düzenli olarak yiyecek bırakan yalnız teyzeler tarafından yemlenirler.

Kaçak CDler, Yazıcıoğlu İşhanı çevresinde kümelenirler. Suratınıza 50'lik paket olarak fırlatılmadıkları sürece zararsızlardır. Ancak aynı şeyi denizanaları ve minibüsler için söyleyemeyiz. Analar denizi işgal edip fütursuzca çoğalırken, minibüsler aynı işi karada yaparlar. Siz karşıdan karşıya geçerken, ara sokaktan artere ulaşmaya çalışan bir minibüsün duracağını sakın ola düşünmeyin!

İnsanlar ise kısmen ucube halinde bulunurlar: Dilenciler, şarapçılar, sefalete gömülmüş tek göz oda insanları çok fazladır. Ben şu ana kadar zararlarını görmedim ama yine de seyyar satıcılarla ya da büfecilerle kapışmamanızı tavsiye edebilirim.

Muhitin teknik olarak Rasimpaşa ve Yeldeğirmeni mahallelerini kapsaması gerektiği düşünülse de, bence "Rıhtımlı" hisseden herkes "Rıhtımlıdır" hacı!

Rıhtım'da bolca martı bulunduğundan "martı dövme siporu" için ideal bir mekandır. Ancak sonra Martıları Koruma Derneği diye şerefsiz bir kuruluş insanın peşine düşüp, eşi dostu rahatsız edebiliyor, "Bu hayta nerede?" diye. Zira adım "martı dövücüsü"ne çıkmış; nerede kolu kanadı kırık, gözü morarmış bir martı görseler, "bu şerefsiz dövmüştür" diye başıma ekşiyorlar hacım ya!

Kadıköy, benim Galapagos'umdur.

Oh mis gibi martı boku!

yaklaşık 7 ay sonra

Naber hacı?

Şöyle aşağılara doğru bir okudum da, 7 ayda neler değişmiş diye. İş bulman dışında hayatında çok farklı bir değişme yok galiba.(Hani bir Aysel var arada “çekil başımdan” dediğin, odur belki!)

Görebildiğim kadarıyla biraz daha durulmuşsun. Yorgun musun koçum? Eh 9-7 mesai, haftada 6 gün durultur insanı. Çalışmak insanı tehlikeli işlerden alıkoyar! (Mesela yazmak gibi...)

Martılara da fazla bulaşmıyorsun. Gerçi aşağıdaki birkaç hikayeden yola çıkıp “Kadıköy maceralarımı yazacağım” diye tutturdun ama kim bilir ne zaman olur! Alexis Karamargas'a selam söyle, bir daha göremedim keratayı.

Neyse endişelenme hacım; vaat ettiği günler gelecektir Hakk’ın, belki yarından da yakın! Hani olmadı bir 5 yıl sabret; Marduk gelecek, dünyanın güzelleşecek, harika bir ortam olacak…

Fakat lotodan para çıkmasını bekleme! Mısır'da bilmediğin bir amcan varsa bile, çoktan Müslüman Kardeşler'e katılmıştır! "Karanlık Taraf"a geçişler kontrollü olarak servis yolundan yapılıyor! Lakin ben Türk edebiyatını "gay kardeşliği"nin yönettiğine inanmıyorum; sıkı çalışırsan, belki kitap başına 345 YTL alarak 9-7 işe gitmek zorunda kalmazsın!

Biraz yorgunum, şimdilik sana aşağıdaki Hasta Olunası Ecbeni Şarkı’yı gönderiyorum. Bilahare hesaplaşırız.


I cant get no satisfaction - The Rollings Stones
(Yeminli tercümedir. Çevirmene, musaf üstüne el koydurarak çevirttim.)

Yok derdime çare, naçarım
Yok derdime çare, naçarım
Çünkü, hacı, dene dene dene dene
Nereye kadar!

Peder "taksiyi al da çalış biraz hayta"" dedi
Açıyorum power fm'i, kralı filan
Abuk sabuk konuşuyor adamlar
Gereksiz bir sürü zırva
Güya beni gaza getirecek laflar ediyorlar
Oy oy oy, bundan dolayı sızlanıyorum ya

Yok derdime çare, naçarım
Yok derdime çare, naçarım
Çünkü, hacı, dene dene dene dene
Nereye kadar!

Akşam eve geliyorum
Bütün gün direksiyon sallamışım
Persil yeşil adam çıkıyor karşıma
"Beyazlarımı nasıl ultra beyaz yaparım"ı anlatıyor
Derdime çare olamaz o benim
Çünkü taksiye her binen müşteri sigara içiyor, siniyor tabii üste başa!
Oy oy oy, bundan dolayı sızlanıyorum ya

Yok derdime çare, naçarım
Yok derdime çare, naçarım
Çünkü, hacı, dene dene dene dene
Nereye kadar!

Taksiye müşteri almayıp bazen
Turluyorum İstanbul'u,
Orada bir kokoreç at burada bir bira çek
Geçenlerde Laleli'ye takıldım
Taş gibi bir hatun vardı: "Bu gece doluyum haftaya gelsene yakışıklı" dedi.
Hayır tipte mi bir sakatlık var anlamadım
Oy oy oy, bundan dolayı sızlanıyorum ya

Yok derdime çare, naçarım
Yok derdime çare, naçarım
Çünkü, hacı, dene dene dene dene
Nereye kadar!

gökhanlaşmanın varlıkbilimi

Lan oğlum,

Bu Kadıköy süper bir yer vallahi!

Az önce bira almaya çıktım.

Rıhtım'a dönen köşedeki şarapçılar ortalıkta yok ama soğuk sandviç arabası yerli yerinde -karşısında seyyar çay ocağı.

Otobüs firmalarının önünde bir kaç insan var: Bu aralar işler pek tıkırında değil galiba. Bayram seyran vakti insan yürüyemez neredeyse kaldırımdan.

Köfte ve ciğer yapan dallama mangalı tütsülendirmiş yine. Bakkala gitmek üzere köşeyi dönerken, şişe dizili cozurdayan ciğerlerde gözüm kalmıyor desem yalan olur.

Her zaman taksiler ve mangal seyyarcıları hazır beklerler. Üçüncü sınıf pavyonlardan ve patates kızartması kokan meyhanelerden çıkan sarhoşları doyurmak ve evlerine taşımak için.

Martılar da genelde hazır olurlar, arsız gövdelerinde şehir ışıklarından yansıyan patlak beyazı utanmaz bir edayla haykırarak. Bu sefer yoklar ama, gece onlar için bile çok soğuk olsa gerek.

Bakkalda sokakta yaşayan bir ayyaş var, ama bizim köşedekilerden birisi değil. Kafasındaki siyah beyazlı bereyi düzeltip duruyor ha bire. Sonra sigarasını eline tutuşturup dükkandan hızla uzaklaştırıyorlar: "Hadi Yalçın, hadi canım"

Dönerken görüyorum Yalçın'ı; iki yönü ayıran demir korkulukların üstünde atlamış üstüne doğru gelen araçları elinin sert ve hükmedici hareketiyle durdurmaya çalışıyor. Son anda çarpılmaktan kurtulup karşıya geçmeyi başarıyor.

Soğuk içime işlemeye başlamış. Beş dakikadır dışarıda olmama rağmen parmak uçlarımda his azalmış. Tam o sırada köşeden genç bir adamla bir kız çıkıyor. Adam kızı kolundan tutarak bir taksiye bindirmeye çalışıyor. Üçüncü bir şahıs, bir delikanlı, onları izliyor.

Adam tam oradan geçerken bana doğru dönüyor, bana değil arkamdakine konuşuyor aslında, ama bir an üzerime alınacak oluyorum: "Gökhan, sen bekle orada!"

Lan hacı, ben bazen acayip Gökhan hissediyorum ya! Sonra kendimi Gökhanlığımı sorgularken buluyorum. "Senden harbi Gökhan olur mu lan?" diyorum kendime. Hani sen de yanıt vermemekte haksız sayılmazsın, zor soru...

Sonra Gökhan olmamaya karar veriyorum. Çünkü hani bir an seni kaybedip Gökhanlaşsam, soğuktan donup kalacağım orada.

Miskin adımlarla eve dönüyorum, biramı açıp bir beş dakikada Kadıköy Rıhtım'da başımdan geçenleri yazıyorum.

Bizimkiler işgüzarlık yapmayıp adımı -dostlarına verdikleri sözü tutup- "Gökhan" koymuş olsalar, gerçekten de "Gökhan sen bekle orada!" dendiğinde bekler miydim?

Yok hacı ben almayayım! Dürüst olmak gerekirse ne Yalçın ne de Gökhan olmak isterdim. Birası elinde üşüyerek evine giden ve tüm tuhaflıkların denk geldiği hiç olmayı seviyorum.

Bir de Kadıköy'ü...

(04 Şubat 2007)

martılar hakkında temel bilgi

Sevgili kendim,

Bendeki bu martısal durumun bir takıntı olup olmadığını anlamak için biraz araştırma yaptım.

Martıyla ilgili en ileri malumatı verdiğinden emin olduğum en yeni neşriyatı bulup, konuyu enlemesine ve derinlemesine irdeledim. Bu bilgiyi sadece sana değil, seni röntleyen eşrafa da iletmek istiyorum. Aşağıda yer alan, martılar hakkındaki en bir hakiki malumatı oku da martıların ruhunun ne olduğunu anla!

" Çoğu beyaz renkte olan güzel bir deniz kuşudur. Perdeli olan ayakları yüzmeye gayet elverişlidir. Kalın ve sık tüyleri vardır. Martılar deniz üzerinde geniş daireler çizerek durmadan uçarlar. Yahutta gemilerin arkasından giderler. Suyun yüzüne yakın yerlerde uçan martı, su içinde gördüğü balıkları kolayca avlar. Martılar iskeleve vapurların etrafından ayrılmadıkları için gemiciler açık denizlerde martıya rasladıkları zaman karanın yakın olduğunu anlarlar. Bu kuşların binlercesi bir arada toplu olarak yaşar. Çıkardıkları kanat sesleri etrafı doldurur. Acı bağırışlariyle hep birlikte denizin sarp kayalıklarından kalkar ve uçuşurlar. "

Nazım Sılanoğlu, Resimli Hayvanlar Ansiklopedisi, İnkilap ve Aka Kitabevleri, 1964, s.68

Bu da sana kapak olsun muhterem kendim!

(30 Ocak 2007)

martılar terso vapurların peşinde...

Vapura binmek için rıhtıma doğru yürürken binlerce martı gördüm. "Kra kra" çığlıklarıyla, kıyıda belirli bir bölgeye üşüşmüşlerdi. Bir martı hortumu kavuruyordu kıyıyı.

Vapuru boş verip oraya doğru yürürken denize doğru girmiş on metrekarelik bir betonun üstünde, bir kaç kasa balığı -martılara rağmen- boşaltmaya çalışan adamı fark ettim.

Adam, birbirlerinin içine geçercesine beklemiş balıkları döktükten sonra, tahta kasaları el arabasına koydu ve martıları izlemeye toplanan biz meraklı bir insanlara aldırmadan yanımızdan geçip gitti.

Martılar daha da coştular, sesleri daha da vahşileşti. Oluşturdukları bulut, beton çıkıntının üzerine çöreklendi.

Güneş; ince, kirli sarı bir tülle örtülmüş gökyüzünde, martıların önünden geçeceğini bilircesine telaşsızdı.

Bir kaç kayık parladı denizin üstünde; nasiplerini alıp uzaklaşan martılar tanıdık kayıkları selamladılar ve karın tokluğunun neşesiyle güneşin önünde resmi geçit törenine başladılar.

Kaçırdığım vapurun sesini duydum. Pis ve karanlık hurda, sararan denizi yarıp ilerliyordu. Karınları doyan martıların, bir lokma simit için onun peşinden gitmeyeceklerini bildiğimden, sinsice gülerek laf attım vapurdakilere:

"Salaklar, martılar sizinle gelmeyecek!

Ve ben martıların acıkmalarını bekleyip, onların peşinden sürüklenecekleri vapura bineceğim..."

(26 Ocak 2007)

ahlaka mugayyir

Naber lan?

Geçen gün aynada gördüm seni hiç selam vermedin, hava mı yapıyorsun oğlum! Hani varsa bir durum bilelim ona göre davranalım.

Geçen gün bir partiye gittik başımıza gelmeyen kalmadı! Genel ahlaka mugayir olmuşuz önce, sonra sevdiğimiz bir arkadaşın çantası çalındı, ardından eş dost içkileri döke döke tepinip durduk.

Arada kamera gelip dolaştı. Ertürk Yöndem "Dınınınıım...İşte Türk gençliğinin düştüğü haller. Pişman mısınız yaptığınızdan, bu kıç kadayıfının şekerlendiği yaşta?" diye beni sıkıştıracak zannettim. Ertürk abi değilmiş. Rahatladım.

Ancak sağolsunlar, sonradan bazı arkadaşlar sıkıştırdılar: "Hrant Dink'in ölümünün üstüne eğlenmeye utanmıyor musunuz?" diye. Hani bana direkt sormadılar. Sorsalar, "Size mi soracağım lan ne yapacağımı? Ben şerefsizim oğlum baştan söyledim, iyi dinleseydiniz" derdim. [Asla ve kat'a "İki yıldır Irak'ta siviller ölüyor, siz de biz de üzülüyoruz ama arada eğlenmeye devam ediyoruz. Bugün buna katılırım yarın da protestoya, size ne!" demezdim. Protesto yürüyüşüne de katılmadım, şimdi ben bu ülkenin aydınlanmasını istemeyen ve gününü gün eden şımarık, sorumsuz burjuvazinin bir üyesi mi oluyorum? Lan ben şerefsizim, bana ne ki! Vicdansızım oğlum ben, öyle değil mi!]

Hışşt kendim, dinliyor musun lan daltarak! Bu arada, geçende yayıncıyla buluştum. Aramızda şöyle bir diyalog (monolog) geçti:

Yayıncı: Bak bu projeyi yapsan yapsan sen yaparsın! 5 gün sonra 100 sayfalık bir kitap bekliyorum
Ben: Abi, saçmalama! 5 güne nasıl yazılır?
Yayıncı: Sen yaparsın! Hafta arası da biraz nakit çıkarım sana...
Ben: Perşembe'ye diyorsun?
Yayıncı: Aynen!

Oğlum lan, hayat tuhaf valla! Hani yazarak para kazanmak diyordun ya; al sana fırsat! Hahaha
Neyse canım, ben yazmaya döneyim; yarına yetiştirilecek bir kitap için 99 sayfaya ihtiyacım var.

Bira ılımış mı ne?

(24 Ocak 2007)

[Geç Not: Yaklaşık 7 ay sonra, hala yazılacak 99 sayfa var]

transandantal martı dövme sanatı

Lan hacı,

İnan hayat çok tuhaf ya! bazen sen de farkına varıyorsun biliyorum. Hani martı dövmekten gelirken, bazen ellerine bulaşmış oluyor ya kendi yüreğinin kanı. İşte en tuhafı da o! Ben soranlara "benim kanım değil" diyorum, "kendimin kanı!"

Şuna karar verdim hacı: Herkesin kendisiyle o ya da bu şekilde bir derdi var! Lan aslında çok basit bir denklem; insan tuhaf bir varlık derler ya -yukarıda ben de demişim mal gibi- aslında tuhaf filan değiliz. Aksırmamız, tıksırmamız nefes alırken su içmeye kalkmamızdan.

Bugün birisi, "ben kendimi seviyorum ya sen?" dedi. Ben de "sevmesem niye durmadan döveyim ki!" dedim. İyi demişim değil mi? Kendini gerçekten sevmeyenler dövmeye korkarlar. Hani bir fiske bile atınca parçalanacaklarını sanırlar. Sahte özgüvenden korkarım ben hacı! muhakkak hem kendine, hem çevresindekilere zarar verir.

Oğlum bira bitti ama şarap var. Sen bir şarap koy bakayım, ben de sana ve senin benliğini röntlemesine izin verdiğin insanlara Bukowski'den bir şiir armağan edeyim. Belki şiirden kendine pay çıkaracaklar çıkar.

yukarı, aşağı ve çepeçevre

bazen alınganlaşırım
nerede olduğumu bilemem,
birkaç adım tökezlerim, yitik hissederim
kendimi.
tanıdığım herkes benden daha
uzun
daha zeki
daha müşfikmiş
gibi gelir bana,
ve daha az çirkin
elbette.
ama asla
uzun sürmez
bu ruh hali.
etrafıma sıkı bir
bakış atarım,
çepeçevre
sert bir bakış
ve aklım başıma
gelir
ama
bir süre için
sadece.

(Charles Bukowski, Gece Çılgın Ayak Sesleriyle Yırtıldı, Parantez Yayınları)

(18 Ocak 2007)

megalokanyak

Hışşt oğlum! Sana diyorum lan, kendim!
Hiç adam olmayacaksın sen değil mi?

Oysa ailen adam etmeye çalıştı seni, karın adam etmeye çalıştı, akademi adam etmeye çalıştı, serbest piyasa koşulları adam etmeye çalıştı... Ama sen adam olmamakta ayak diretiyorsun değil mi!

Kıçının kılları kadayıf olmuş düzenli bir iş bulmayacağım diye kasıyorsun. Aşık olabildiğini de hatırladın ya, salak salak aşık olup dur artık. Senin yaşındakiler evlerini arabalarını aldılar, çocuk da yaptılar! Sen hala o hayali bohem hayatının içinde sefaletten keyif almaya devam et!

İnatçı keçi seni; Allah bilir bu sayede egonu da tatmin ediyorsundur! Hani "ben, bildiği ve hissettiği yolda ilerleyen nevi şahsına münhasır bir kişiliğim. Egoma laf sokulacaksa da bunu ben kendime yaparım başkalarına izin vermem" diye!

Harbi megalomanyaksın oğlum sen! Güya 'ego'nun kölesi değilsin değil mi? Lan 'ego'n delik dondan çıkar gibi 'süperego'ndan fırlıyor da kendini salak gibi hissedip nereye kaçsam diye şaşırıyorsun!

Şimdi bunları yazmakla "dürüstlük" yaptığını da iddia edersin sen Allah bilir! Senin o fahişe 'ego'nu var ya...

(07 Ocak 2007)

pislik

Pek sevgili kendim;

30 Aralık 2006 tarihi itibariyle 1 (yazıyla bir) gün içinde, 5 kadın (yazıyla beş) kadın bana -MSN yoluyla- "pislik" dedi.

Hani hiç birine asılmadım, sarkmadım, aleni ya da gizli terbiyesizlik yapmadım. Bana neden "pislik" dediler anlamış değilim.

Ama sanırım doğru yoldayım. Şerefsiz olmak çaba istiyor değil mi?
Kafamın tasını attırma sevgili kendim!

Hadi bakalım alter egolar gitti mis gibi kocaman zihinde tek başınasın...

(30 Aralık 2006)

new shits on the blog

blog dediğin nedir ki, gönüller bir olsun
(değil mi mariadebön?)

hey joe where do you go with a gun in your hand?
(hacı kapmışsın pompalıyı nereye böyle?)