Elmadağ Nağmeleri - 5

TABULA RASA

Saat 4... Az önce bir rüyadan uyandım.

Aşağıdaki yazının blogtaki son yazı olmasını planlamıştım. "Martıboku'ndan dersimi aldım" demiştim. Fakat alınması gereken bir ders daha varmış.

Bir rüya gördüm, yine tuhaf bir rüya. Daha önce gördüğüm tuhaf rüyalar gibi sıkı bir şaplak attı.

Bir ses duydum, görüntüsüz bir ses:

"SANA VERİLMEYECEĞİNİ BİLDİĞİN ŞEYE KARŞI SEN HÜRSÜN, SANA VERİLMESİNİ TAMAH ETTİĞİN ŞEYİN İSE KÖLESİSİN "

Ataullah İskenderani'nin bu sözünü yıllar önce okumuştum ve arada da kullanmıştım.

Ancak körlüğümden görememişim bir süredir. Aklımdan çıkıp gitmiş -ki akılla bilmek ve gönülle kavramak arasındaki fark da bu sanırım!

Rüyamda gözüm açıldı: İnsanın nefsi aklında ya da yüreğinde büyüttüğü şeyi arzular, arzuladıkça daha da büyütür. Bu lafı ilk kez akılla değil gönülle bildim. Rüyamda oldu bu, içime işledi. O küçüldü, yok oldu.

Saat 4... Uyandım, hafiftim. Karanlık tavanı seyrettim: Bomboştu, tek yansıma yoktu. Gülümsedim.

Bu gece rüyamda, tamah ettiğim bir şeyden kurtuldum: Hürüm...

Elmadağ Nağmeleri - 4




ŞİMDİLİK TÜM MARTI BOKLARINI KURUMAYA BIRAKIYORUM

Yukarıdaki resmi, sevgili dostum Vildan, beni Elmadağ'daki evimde ziyaretinin ardından yapmış.

Martıboku'nu martının kıçından içeri sokacak kadar güzel bir resim!

"Martı"nın ne olduğunu bu kadar çabuk anladığın ve böylesine güzel anlattığın için sana çok teşekkür ederim Vildan.

Son iki yıldır, "martı" merakımı sorup durdu insanlar, kimi zaman müstehzi bir gülümsemeyle takılarak... Martılardan ve Alexis Karamargas'tan neden bu kadar bahsettiğimi ben de bilmiyordum başta. Sonradan anladım ve aşağıda yer alan alıntıyı yazdım. 18 Ocak 2007 tarihinde, bu blogta tam da şöyle demişim (Bkz. Transandantal Martı Dövme Sanatı) :

"İnan hayat çok tuhaf ya! bazen sen de farkına varıyorsun biliyorum. Hani martı dövmekten gelirken, bazen ellerine bulaşmış oluyor ya kendi yüreğinin kanı. İşte en tuhafı da o! Ben soranlara "benim kanım değil" diyorum, "kendimin kanı!"

Şuna karar verdim hacı: Herkesin kendisiyle o ya da bu şekilde bir derdi var! Lan aslında çok basit bir denklem; insan tuhaf bir varlık derler ya -yukarıda ben de demişim mal gibi- aslında tuhaf filan değiliz. Aksırmamız, tıksırmamız nefes alırken su içmeye kalkmamızdan.

Bugün birisi, "ben kendimi seviyorum ya sen?" dedi. Ben de "sevmesem niye durmadan döveyim ki!" dedim. İyi demişim değil mi? Kendini gerçekten sevmeyenler dövmeye korkarlar. Hani bir fiske bile atınca parçalanacaklarını sanırlar. Sahte özgüvenden korkarım ben hacı! muhakkak hem kendine, hem çevresindekilere zarar verir."

Yazıların çoğunu okumuş olanlar Martıboku'nun nasıl bir arena olduğunu anlayacaklardır ama -sayfanın tepesindeki bantta da yazdığı üzere- bir tür teşhir alanı burası: Kendi içimde yaptığım kavgaların dile gelip görünür olduğu bir mecra. "Yazmak, başkalarına zayıf görünmekten korkmadığım tek yer" demiştim. İşte Martıboku, bana tam da bu lüksü sağladı.

İnsanlar kendisiyle kavga edenlere "sorunlu" diyorlar genelde. Pek çok insan kendiyle kavganın daha ilk raundunda özellikle yeniliverir. İnsanlar hemen kendilerini haklı çıkarmayı çok seviyorlar: Çünkü içleriyle, tutarsızlıklarıyla, korkularıyla yüzleşecek, onlarla dalaşacak cesaretleri yok! Ben de pek çok kez böyle yapıyorum. Fakat kimi zaman beni bu tuzağa düşürenin nefsim olduğunu fark ediyorum. Savaşmayı deniyorum. Bunu deneyip burada ifşa ettiğim için kendimi üstün görüyor filan değilim; bazı şeylere kader mi demek gerekir bilmiyorum. İçimden böyle yapmak geldi, ben de yaptım.

Kendini olduğun gibi kabul et diyenlerden haz etmiyorum. Sanki kendinle barışmak denilen mesele, bencilliğini kabul etmekmiş gibi... Böyle yaparsan korkularını kim yenecek? İçindeki ejderhayla savaşmadan barışı hayal etme! Çok kolaylıkla -hiç farkına varmadan- onun öğünü olursun...

Saydamlaşmak!

Geriye dönüp baktığımda bu yolda tökezleyerek de olsa yürüme çabamı Martıboku'na taşımış olduğumu görüyorum. Doğru yolda mıydım, yoksa zaten doğru yolu insan kendisi mi çizer bilmiyorum. Bu yüzden "hakikat" denilen alanda aksırıp durdum.

Şimdi yolun bu kısmında, yüzeye çıkıp biraz nefes almaya ihtiyacım var: Devre arası...

Her akıllı varlık gördüklerinden ve okuduklarından, aklı ölçüsünde dersler çıkarır sanırım.

Ve herkesin aldığı derste sadece kendine gözükse de, aslında o ders bize insanlara karşı nasıl daha iyi olabileceğimizi öğretmek için var.

Ben Martıboku deneyiminden kendi dersimi çıkardım...

Sizinkini bilemem!

Elmadağ Nağmeleri - 3

ŞİMDİ ELMADAĞ'DA,
BİR ZAMANLAR ANTALYA'DA...

Evden çıkmadan önce balkondan dışarı bakıyorum. Dışarıda sisli, pis bir hava var. İnsanın içinde bütün perdeleri çekip, tatil uyuşukluğuyla eve gömülme isteği uyandıran türden.

“Aslında tam evde geçirilecek gün!”

“Öyle mi?”

Dışarı çıkıp biraz dolaşmalıyım: Öyküde bir takım taşları yerine koymuşum ama uymayan bir parça çıkıyor hep. Söküp yeniden yerleştiriyorum. Olmuyor! Yeni bir temel atmam gerekiyor. Yaman kimden dayak yiyecek? Sonra da kimi, neden enseleyecek? Taksim’e gidiş, Danışman’da bir bardak çay, geri dönüş…

Mahalle öylesine tuhaf bir sessizliğe bürünmüş ki hiç kimse televizyonunu açıp, şu uyduruk evlendirme programlarının tekrarını izlemiyor sanki. Sadece pencereleri sımsıkı örtülü, köhne bir ahşap evden tekno müzik gümbürtüsü geliyor. Belki de yasalardan dolayı kazma vuramadıkları evi yıkmak için yeni bir yöntem deniyorlardır.

Babil Sokak’tan yukarıya, ana caddeye doğru yürürken karşımdan yerden bitme, yeni yetme üç kız geliyor. Gülüşerek aşağıya inerken bir yandan da bağıra çağıra konuşuyorlar:

“Ya siktir et onu” diyor bir tanesi.

“Neden yaa?” diye soruyor yanındaki.

“Amını siktiğiminin orospusu işte!”

Benzer bir afallamayı en son Bahariye’de yaşamıştım ve orada da hiçbir şey duymamışım gibi yoluma devam etmiştim. (Bkz. Bahariye Bayramı.) Bu sefer bu lafı eden kızın yüzüne bakıyorum. Siyah saçlı, beyaz tenli, ufak bir yüzü var.

İnsan zihninin ne kadar garip bağlantılar yaparak çalıştığına dair ayrıntılı bilgim yok. Ancak bazen bir koku duyarsınız, çocukluğunuzdan kalma bir koku... Yıllar boyunca hiç karşılaşmamışsınız ve unutmuşsunuzdur. Sonra ummadığınız bir anda yeniden çalınır burnunuza ve çocukluğunuzdan kalan, hatırlamadığınız birkaç anı, kendilerini gösteriverir.

Kızın yüzü ve sözü, tozlu bohçamı aralıyor. Yüzü Antalya’da tanıdığım bir kıza benziyor, “Orospu” lafı beynimde yankılanıp duruyor.

Bir zamanlar Antalya’da bir kız tanımıştım.

Yan apartmandaki komşumuzun üç kızının ortancasıydı. Kızların her biri birinden güzeldi ki mahallenin bütün delikanlılarının peşlerinde olması yetmezmiş gibi, mobiletli birkaç sanayi yiğidi de sokakta tur atıp dururlardı. Onlar ise bu aç kurt sürüsünü izlemenin tadını, kısacık şortlarıyla ikinci kattaki balkonlarında çay içerek sürerlerdi.

Mahallenin gençleri olarak top oynarken bile gözümüzü onlardan alamaz, onları kesip dururduk. Tek derdimiz, kısa etekle çıktıkları balkondan bize işe yaramaz böceklermişiz gibi bakarlarken, bacaklarını külotlarına kadar seyredebilmekti. Gerçekten de işe yaramaz böceklerdik! Bizim böcekliğimiz, onların bacaklarının değerini daha da arttırıyor; ikinci kattaki saat beş çaylarını daha önemli bir seyirlik haline getiriyordu. Balkona her çıkışlarında mahallenin gençleri tarafından dikkatle takip edildiklerini biliyorlar; bunun tadını keyifli ve gürültülü kahkahalar atarak çıkarıyorlardı. Salyası aka aka, tam da bu salyasının akışından dolayı erişemeyeceği kadar değerlendirdiği bir güzelliğe dalan am budalalarıyla kim dalga geçmez ki?

Mahallenin çirkin ve bodur kadınlarının dedikodularına göre babalarının eve ilgisizliğinden oluyordu bunlar. Adam "kaygısız"dı ve kadın ise “yollu”... Açıkçası anaları gerçekten de cahil, hafifmeşrep ve kavgacı bir kadındı: Bir komşuyla tartışırken tam "mahalle karısı" ağzıyla konuşur. Bir süre sonra karşısındakini sindirir ve muzaffer bir edayla, kırıta kırıta içeri girerdi. Ablasının oynaşı olarak bildiğimiz delikanlının, baba evde yokken gelip gittiğine defalarca şahit olmuştuk. Bir ara “sözlü” oldukları söylense de, babanın bu işten haberi olmadığı kesindi.

Benden iki yaş küçük olan ortanca kız Arzu’da, diğerlerinden de anasından da farklı bir özellik olduğunu düşünürdüm. Üç dört metre yandaki apartmanın dördüncü katındaki evimizden görebildiğim kadarıyla kitap okumayı seviyordu. Orada tamamen kendisiyle iken, mahalleden geçen mobiletli gençlere gülücükler atan ya da aşağıdaki böceklerin kayıtsızca açılan bacaklarını izlediğini bile bile sandalyeye oturup sırıtan kız gibi değildi. Balkonun geniş alınlıklı demirlerin köşesine yerleştirdiği şiltesine uzanır, kimi zaman gülümseyerek kimi zaman da yüzünü asarak -ve hatta bazen birkaç damla yaş döktüğü gözlerini silerek- kitabını okurdu.

Benim böcekleşmediğim zamanlardaki halime benziyordu: Kendi içine dönmüş, karşısına çıkan her şeyi öğrenmeye çalışan, daha doğrusu üstüne biçilen kıyafeti sorgusuz kabul etmektense altında ne olduğunu anlamaya çabalayan…

Aynı muhiti paylaşan gençlerin gereksiz konuşmaları dışında birbirimizle gerçek anlamda muhatap olmamız, bir yaz Kur’an kursuna başlamasıyla oldu.

On beş yaşındaydım. Asıl mesleği yorgancılık olan imam, çocuklara sure ezberletme ve Arapça’dan Kur’an okutma görevini, bir yıl önceki kursta Arapça okumayı sökmüş olan bana ve yine yan apartmanda oturan kankama vermişti. Cami içinde kovalamaca oynamaktan yorgun düştüğümüz vakitlerde çocuklara sorumlu oldukları sureleri okutturuyor ve yanlarında getirdikleri listeye imza atıp bir sonraki ödevlerini veriyorduk.

Arzu, camiye bir süre devam ettikten sonra bilmediğim bir nedenden dolayı ( anasının marifeti olduğunu tahmin ediyorum) kursu bırakmıştı. Buna rağmen bir gün benden, ona dini bir kitap vermemi istedi. Ona kitabı verdim. Sonra bir kitap daha... Arada bir apartman altında görüşüp konuşmaya başlamıştık. Benden iki yaş küçük olmasına karşın, çok daha olgun davranıyordu. Bire birde daha soğuk ve mesafeliydi. Ancak zamanla. iletişimimiz biraz daha gelişince din dışı konularda da konuşmaya başladık.

Onun balkonun altından göründüğünden farklı bir yüzüyle karşılaşıyordum: Aynı seviyedeydik. Keyifli, hoş sohbetine karşın, kimi zaman ufak tefek konularda bile alınganlaşıp hırçınlaşıyordu. Özellikle mesele bir şekilde ailesinden açılmaya görsün! O rahat ve her şeyle dalga geçen kız gidiyor; yerine bir bardak suda fırtınalar koparan, kırık bir kızcağız geliyordu. Mahalledeki herkesin arkalarından konuştuğunu bildiğini söylüyor, özelikle birkaç kadına verip veriştiriyordu. Ardından toparlanıyor, yine umursamaz bir kızcağız oluveriyordu.

Kitaplar dışında herhangi bir şeye olan saygısı ya da sevgisi hemencecik bitiyordu; bir gün sevdiğini öteki gün sevmiyor; bir gün taptığını ertesi gün lanetliyordu. Doğal olarak bacaklarını izlemek için mahalle duvarına oturan delikanlılara ya da apartmanlarının önünde bir aşağı bir yukarı mobiletle turlayanlara saygı duyması beklenemezdi. O zamanlar kendi güzelliğine tutkun, hani neredeyse kendine aşık, olduğu fikrine sahiptim. Böyle davrandığına göre kendini yıkılmaz, büyülü, görkemli bir kale olarak görüyor olmalıydı.

O özgüven abidesini, çok kısa bir süre için yakından görmüştüm. Balkonda otururken güzelliğiyle büyülenmiş erkeklere sakince gülümsediği zamanlardaki ifadesini bir an bırakmış; kısa bir süreliğine eteğinin altına değil de kabuğunun altına bakmama izin vermişti. Orası, dışarıdan çok farklıydı! O keyfe keder tavırlarının altındaki büyük kırgınlık hemen karşımda ortaya çıkıyor; Arzu, kitap okurken gülen ve ağlayan kıza dönüyordu.

İşte o zaman onunla ilgili önyargım tersine döndü: Her ne kadar aşık görünse de, aslında sevmediği ve kaçmak istediği tek varlığın kendisi olduğunu düşünmeye başladım. Üstüne biçilen donların altında, "kendi hissettiğinin" ne olduğunu anlamaya çalışsa da çabası yeterli gelmiyordu. İnsanların onu içinde görmek istedikleri elbise o kadar şatafatlı ve görkemliydi ki o bile bunun verdiği güce kapılmıştı. Görünmeye çalıştığı kişiliğe kendisi de inanmaya başlayınca tüm o kendini merak ve çaba boğulup gidiverdi; kırılgan kız daha da içine gömüldü.

Ona güç veren maskesi, alttaki yüzünü ele geçirmişti. Balkonda okumayı; okurken de gülüp ağlamayı bıraktı. Balkonda bacaklarını daha fazla açmaya ve aşağıdaki böceklerle açıktan dalga geçmeye başladı. Ben ise artık ona bakamıyordum. Aklımdan sadece, "O anası olmasa, bu kızdan birşeyler olurdu" fikri geçiyordu. Onun anasının artık olmamasını diliyordum. Fakat o hep oldu!

“Mahalle baskısı” illa ki insanların başını kapatacak değil ya, kimi zaman insanları daha fazla “açıyor”! Zaten bir kere adın çıktıktan sonra, ağzınla kuş tutsan faydası yoktur. Öyle olmadığını ispat etmeye çabalamak yerine yüzüne yapışan maskeyi benimser, sana bir güç veriyorsa da keyifle kullanırsın. Sana yapıştırılan ya da senin kendine yapıştırmak istediğin bütün kötü sıfatların kaderidir bu. Eğer bu sıfat başkaları tarafından yapıştırılmışsa bir yandan ondan kaçmak istersin ama öte yandan da sırf o lafı diyenlere inat olsun diye "öyleymiş gibi" davranmaya başlarsın. Bir süre sonra davranışların, o kırılgan ve değişken kişiliğine sirayet ediverir, "o" olup çıkarsın. Ya da yaptığın bencilliklerin bir günah çıkarması olarak o kötü sıfatı kendi kendine giyersin de, insanlar bu sıfatın kötülüğüyle büyülenip -ışığa koşan pervaneler gibi sana yapıştıkça- daha da keyif aldığını ve daha da bencilleştiğini fark etmezsin. O sıfatı üstünden atmak istediğinde de çoktan iş işten geçmiştir. Ama içinde kopan fırtınaları dışarıya göstermez, sadece kendinle kaldığın anlarda hıncını gözyaşı dökerek çıkarırsın.

Arzu, kitap okurken gözyaşı dökerdi bazen. Belki sonra kitap okumaya ve ağlamaya odasında devam etmiştir, kendini daha da gizleyerek...

İnsanlar eve gelenler hakkında daha çok konuşmayı sürdürdüler. Bunları işiten baba, anayı dövmeye, daha çok dövmeye başladı. Sonra bir güz vakti mahalleden alelacele taşındılar. Yıllar sonra büyük kızın kocaya kaçtığını, Arzu’nun ve küçük kızın “100 dolarlık profesyoneller" olduklarını duyduğumda nedense hayrete düşmedim. Ah o anası olmasaydı!

Elmadağ’da yanımdan küfrederek geçen üç kızı işittiğimde bu geliverdi aklıma. Sadece küfrü edenin yüzüne baktım; Arzu’ya benziyordu.

“Orospu” diye suçlanan insanlar bir süre sonra gerçekten de “orospu” olurlar.

Bir zamanlar Antalya’da bir kız tanımıştım...

Kendisine “orospu” denile denile “orospu” oldu.

Elmadağ Nağmeleri - 2

TEKİNSİZ TEPELER

Dolapdere Caddesi’nin kararsız bir bıçak gibi yardığı iki tepe; birbirlerinin düzensiz, orantısız ve benzersiz binalarını izleyerek karşılıklı uzanıyorlar. Bir tarafta Kurtuluş’un altında kalmış Eskişehir ve Bozkurt mahalleri; öte tarafta ise Elmadağ’ın yer yer dökülen İnönü’sü ve Ergenekon’u…

Tam ortalarındaki yarıkta boylu boyunca çocuk işçilerin terleriyle ağaran oto tamircileri, onlara bol içyağlı köfte ve salçası az kuru fasulye yapan lokantalar, ürettikleri vitrin modellerini yirmi beş metrekarelik yekpare cam vitrinin ardında teşhir eden atölyeler dizili.

Kış zamanı kaçak kömürün asgari ücret kokusuyla renksizleşen gündüzler, vakit bahara döndüğünde, tepeleri dolduran binaların güneşin acımasız dürüstlüğüyle daha da çarpıklaştığı bir panayırı ağırlıyor. Geceler ise -yaz kış demeden- patronlukları sokakta sürten uyuz türdeşlerine geçen özgürlük kıskancı bekçi itlerin hâkimiyetinde…

Ancak bazen, şehir iyiden iyiye uykuya dalınca bir sessizlik oluveriyor bu tepelerin arasında. Evlerden tek tük sızan yaşam belirtileri ve kavuniçine çalan seyrek sokak lâmbalarının cılız ışıklarıyla, şehirlerarası bir yolculuk sırasında bir saniyeliğine görülen bir yol-üstü Anadolu kasabasının ürkütücü yalnızlığı çöküveriyor. Yorgun ve aceleci otobüs şoförünün gazı köklemesiyle, demir direkten dökülen ışığın tek katlı briket bir evi, evin bahçe duvarını ve duvarın dibindeki römorku, telaşla uykulu gözlerinizden içeri sokuvermesi gibi.

Kocalarının karşı konulmaz teşebbüslerinden kaçamamış dilsiz Kürt kadınlar, ertesi gün çocukları sokağa salıvermenin planlarını yapıyorlar.

Bütün gün mahallede top koşturan çocuklar, babalarından akşam dayaklarını yiyip çoktan uyumuşlar.

Futbolcu olma ümidiyle Kara Kıta’dan kopup gelen bedbahtlar, lokantalarda bulaşıkçılık yapmaktan bitap düşen ellerinin hesabını yetenekli ayaklarından soruyorlar.

Ocakbaşı lokantaların personelleri, ızgara kokan gömleklerini çoktan karılarına yıkatmış, ağrıyan bacaklarındaki kara suları ertesi güne kadar kıyıda tutma derdindeler.

Güvenli kıyılardan çoktan uzaklaşmış bacaklarıyla gece mesaicisi travestiler, sadece-ailesine-muhafazakâr müşterilerinin asla dile getirilmeyen sapkınlıklarını kendi günahsız koyunlarına alıp uyumaya hazırlanıyorlar.

Nedensiz bir bozkır muhafazasına girişip Anadolu’ya sürüklenme konusunda bin yıl geç kalmış Orta Asyalılar, çevirmenlik yaptıkları turizm ofislerinin patronu olmanın düşünü kuruyorlar.

Tam böyle bir anda, Orta Asya'dan daha önce gelmesine rağmen bulunduğu yeri hâlâ anlayamamış birisi balkona çıkıp derin bir nefes aldığında içine mutluluk doluyorsa; hayat, tekinsiz tepelerin keşmekeşinde bile böylesine güzel ve huzurlu olabilecek kadar gür bir kaynak demektir.

Bütün komşu hayatlarını aklımda teker teker mahalleye yerleştirip balkona çıkıyorum…

Elmadağ Nağmeleri - 1

MUHİT

“Beyoğlu ilçesinde, Taksim Meydanı’ndan Harbiye’ye kadar uzanan Cumhuriyet Caddesi’nin çevresindeki semtin adı, bir zamanlar burada var olan mezarlık alanlarının civarındaki yeşillikleri kaplayan elma ağaçlarından dolayı verilmiş. O eski yıllarda yörede hiç yüksek yapı olmadığından da , ‘tepe’ diye görülürdü burası. 19. yüzyılın ortalarına dek de bu görünümü pek değişmemişti Elmadağ’ın. Bu tarihlerden sonra Şişli’ye doğru hızla yerleşime açıldı Elmadağ-Osmanbey güzergâhı. Günümüzde Cumhuriyet Caddesi ile batı tarafında kalan Dolapdere Caddesi’ni, Ermeni Hastanesi’nin yanından geçen Elmadağ Caddesi birleştiriyor.

Elmadağ çevresindeki en önemli tarihi yapıların başında Notre Dame de Sion Kız Lisesi binası ve arkasındaki kilise, İstanbul Radyosu binası, Surp Agop Ermeni Hastanesi gelir.”

Haldun Hürel, İstanbul’un Alfabetik Öyküsü, İkarus Yayınları, İstanbul 2008.

Taşlara Karşı Dört Yöntem ve Bir Oluş

Ben diyeyim on dört, siz deyin on beş yıl kadar önce, şimdilerde “ayar vermek” denilen eylem “laf / boru sokmak” olarak anılıyordu. Deyimin kökünün, geleneksel kullanımda “taş atmak” fiiline indiği düşünülecek olursa; ilerleyen yıllar boyunca bu savunma yönteminin nasıl inceldiği anlaşılabilir. ‘Atma’dan ‘sokma’ya, oradan da ‘verme’ evrilen bir yol…

“Taş atma”nın kökeninde utanç verici bir halt yemiş birisinin cezalandırılması yatar. Bu persona non grata yaptığı bir densizlikten dolayı birilerinin canını fena halde sıkmıştır ve sıkı bir şekilde haşlanmayı hak ediyordur.

Ancak hayat sadece bunun gibi ortaklaşa yapılan dışlama eylemleriyle yürümez: Kimi zaman angutun teki sırf ortamdaki kızlara hava atmak için sataşır, kimi zamansa egosunu bir başkasının üzerinde iktidar kurarak rahatlatmak için çırpınan bir şişik. Bazen de dostlar arasında aradaki bir kırgınlıktan dolayı gerçekleşir bu taş atma işlemi, en can yakıcı olan da budur aslında.

İşte o eski vakitlerde (6 yaşındaki ölümümün reşit olmasına az kalmıştı) bu durumu bertaraf etme üzerine tefekküre dalmıştım. En nihayetinde, yurtta elektriklerin kesik olduğu bir gece, birden bir ışık tepemde “kıpraşmaya” başlamıştı. (Parmağımla şöyle biraz vurunca floresan yerine oturdu!)

“İnsan kendisine atılan taşlardan nasıl kaçabilir?” sorusunun yanıtı (ki sadece bu soru değil, hayatta karşımıza çıkan belalara karşı da kullandığımız yöntemler) şu şekilde şematik–tematik hâle gelmişti:

1) Çıplak İnsan

Durum: Çıplak durmaya devam edersin, kendini değiştirmek için çaba harcamazsın. Orana burana gelen taşlar canını acıtır, kanatır.

Sonuç: Ya hiç karşılık vermezsin ve kanın kendi ağzına girdikçe arabeskleşir, bir ihtimal bundan keyif almaya başlarsın. Ya da sana gelen taşları sana atanlara fırlatmakla cebelleşirsin. İnsanların taş atmaktan en çok keyif aldıkları gruptur.

2) Manevracı İnsan

Durum: Çıplaksındır ama çok hızlı manevralarla üstüne gelen taşlardan kaçmaya çalışırsın.

Sonuç: Kimseye taş atmazsın sadece kaçarsın. Her an tetikte olman gerekir. Bir süre sonra ezikleştirir. İnsanlar için bir tür sınama alanıdır. Vurmak keyif verir.

3) Kısmi Zırhlı İnsan

Durum: Kafa gibi bazı özel bölgeler zırhla kaplanmıştır. Geri kalan yerler hareket olanağım olsun diye açıktır.

Sonuç: Açık olan yerlerden yaralanırsın. Karşılık verme olasılığın vardır. İnsanların çoğu aslında böyle takıldıkları için gayet sıradandır.

4) Komple Zırhlı İnsan

Durum: Üstüne süper bir zırh giyer dolaşırsın, kimseyi takmazsın.

Sonuç: İsterlerse kaya atsınlar umrunda olmaz. Başkalarına taş atmaya tenezzül etmezler. Vurdumduymazlar bu modeldir. Bir süre sonra duyarlı olmaları gereken hallerde bile öküzleşirler. İnsanlar da onları zamanla siklememeye başlarlar zaten.

5) Saydam İnsan

Durum: Benliği saydamlaşmış, hiçleşmiştir. Egosunu öyle bir kıvama getirmiştir ki neredeyse yeryüzündeki hayalettir. Yukarıdaki dört yöntemden yola çıkılarak ulaşılması en azından teorik olarak mümkündür.

Sonuç: Atılan taşlar içinden geçer gider. Yanıt verme telaşı hiç yoktur. İnsanlar bir süre sonra bulaşmazlar. Ancak gerçekleştirilmesi en uzun süren ve en yorucu olan yöntemdir. Denemeye gönüllü insan sayısı azdır. Diğerleri sadece basit birer yöntem iken, saydamlaşmak taşlardan kaçma yöntemi değil daha büyük bir “oluş” halidir. Çünkü egonla mücadele etmeyi ve çetin muhaberelere girmeyi gerektirir. Karakter olarak büyük ve zorlu bir egosu olanlar “Advanced Level”dan başladıkları için, durmadan “Game Over” uyarısıyla karşılaşıp oyuna “Save” ettikleri yerden devam etmek zorunda kalırlar. Sık sık “Save” etmeniz faydalıdır.

Meselenin en ilkel yorumu böyle. Eminim ki hangisine dahil olduğunuza bir görüşte karar vermişsinizdir.(Kategorileri geliştirme konusunda katkıda bulunmak isteyen varsa ailecek bekleriz.)

Ben ise 28 yıl önce ölmüş olmama rağmen hâlâ uğraşmaya devam ediyorum – Eh çıkmamış canda ümit vardır değil mi!

Kıbrıs'ın Biraz Sağı

Lan oğlum,

Şimdi Kaş’ta olsan; mesela hayâlindeki evin denizle buluştuğu kayalıklarda...

Uygarlığın aydınlığını önüne alsan; sırtın o bilinmez, karanlık Akdeniz'e baksa.

Gerisin geri yüzerek o zifiri denizde, meselâ Mısır'a kadar gitmek istesen!

Hani o çocukluğunda Lâra Plajı'nın çam ağaçlarından birine sırtını yaslayıp hayal ederdin ya, karşı kıyıdaki Arap çoban kızını... Simsiyah gözleri ve Nil gibi uzayan saçlarıyla o güzel sabi -tam o sırada- cılız, çebiş keçilerine pür dikkat bakmayı ihmal edip denize kaydırırdı gözünü. Akdeniz'in tuzlu suyunun tam ortasında, Kıbrıs'ın biraz sağına düşen bir yerde, bakışlarınız buluşurdu. Asla buluştuğundan emin olamazdın(ız)!

Sırtına çamın kabukları batardı. Başını kaldırıp yukarıya baktığında o sivri yapraklar gözünü gıdıklardı ve ancak parlak, mavi gökyüzünün altındaki Akdeniz yine tuzlu bir merheme dönüşüp yüzünü örtünce giderdi o kaşıntı. O Arap çoban kızı, ufkun beyazlığının ötesinde, sonsuz bir ihtimal olarak, Akdeniz'de kaybolan bakışlarından vazgeçmezdi.

Hayâl, hakikât değildir lan şerefsiz! İkincisinde başka "irade"ler var: Kendiliğinden senin iradenle ortak hareket eden ya da manipülasyonla kendi iradenin altında ezdiğin ya da ezildiğin... Şu manipülasyon işini oldum olası sevmedin değil mi?

Tahayyül için kendinle çarpışıp dur, her çarpışmadan yeni bir “sen” doğsun ne fayda! Her biri kendi hayâl dünyanın içine sıkışmış, hakikî bir insanla karşılaştıklarında tuzla buz olan rüya karakterleri. Hakikâtın sıkıcılığına gömülmektense hayâlin sınırsız olanakları içinde yüzmeyi tercih eder bazıları. Tahayyülün hakikâtın önünde gitmesidir bu, aynen Borges'in dediği gibi.

Hani sahip oldukları o “analitik bakma beceri”sini, biraz akla vursalar hayatta böyle bir dertleri olmayacak: Ne kariyer, ne iş, ne eş, ne de ev…

İnsanlar basit çözümler arıyorlar adamım, sen kendine dolanmışsın! Çözülsen ne mi olacak? İki çocuk sahibi, evli barklı bir adam olacaksın…

Mesela “o” evdeki hayat…

Kaş'ta yaptırmayı arzuladığın taş evden bahsediyorum, az önce kayalıklarında kara denizi izlediğin… Hani verandası da, doğramaları da koyu kahverengi ahşaptan. İki katlı. Üst katta yine ahşaptan, dışarı çıkma bir balkon. Kendi ellerinle, taşları üst üste yığarak ördüğün duvarların arasındaki bahçede zeytin ağaçları. Onların tepesi sıra ince bir kablo germişsin de, çıplak tungsten ampulleri sıra sıra dizmişsin. Vakit akşam olmuş, eş dost gelmiş uzaklardan. Mangaldaki balığın yağları cozurduyor. Patlıcanlar közlenmiş. Salata kıvamında, zeytinyağını Ayvalık’tan getirtmişsin. Dostların neşeyle kahkahalar atıyorlar, eski günlerden konuşuluyor. O, evin kapısında beliriyor, mutfaktan aldığı – akşam üstü hızlıca yapılmış- mezeleri taşıyor sofraya. Tam o sırada mangalın başında balıkla cebelleşen sana bakıp gülümsüyor. O gülücük işte, o ana dair tüm bu hayâli anlamlı yapıyor!

Oğlum, kendi hayâlin sen farkına varmadan hakikâti beceriyor! Hakikâtteki hiçbir şeye inancın ve güvenin olmadığı için hayâle sarılıyorsun. Eh o da az puşt değil, bulduğu her fırsatta aralayıveriyor hakikât denilen bayat kurmacanın bacaklarını!

Yüzler değişiyor, asla sabit bir surette durmuyor o kadın. Aynen içindeki “şey”in benliğini ele geçirişi gibi, deviniyor: Bir “o” oluyor, bir “bu”… Belki biraz efendi olsan, her şey gerçeğe dönüşecekti. Korktuğun bu mu? Hayâlinin elinden alınması ve hakikâtin düşlediğinin ötesine geçmesi... Rüyasını görmek, gerçeğine dokunmaktan hoş mu geliyor? Tahayyül ile hakikât arasındaki köprüden her geçişte korkup korunaklı sığınağına dönmen de bu yüzden değil mi? Her rüyadan uyanışta yalnız olduğunu fark etmenin mahsunluğundan kurtulmak istiyorsun ama o köprüden geçtikten sonra sıradan bir dünyaya hapsolmaktan endişe duyuyorsun. Bu hastalığa "anxiety" diyor Ecnebiler. Bırak desinler, cenabet insandan başka ne beklenir!

Oysa mutluluk bir andır adamım, sürekli bir durum değil!

Sevişme sonrası, kollarındaki insanın şefkatli bir bakışı mutlu ediverir.

Bir bahar öğleden sonrası rüzgârla oynaşan tüllerin, içeride çalan müzikle uyumlu olduğunun farkına varmak mutlu ediverir.

Harçlık verdiğin yeğeninin gözlerindeki “bakkala koşma heyecanı” mutlu ediverir.

Şiir okurken seni sekize katlayan bir sözle karşılaşmanın kıskançlığı mutlu ediverir.

Uzun süredir görüşmediğin bir dostunla içerken, biranın köpüğünün dudaklarına yapışması mutlu ediverir.

Vapur yolculuğu sırasında içine çektiğin sigaranın dumanını simit için bağrışan martılara üflemek mutlu ediverir.

Sıcak bir günde bir çam ağacının sırtını acıtan gövdesine yaslanıp Akdeniz’in anlamını değiştirmek mutlu ediverir…

Harbiden şimdi ne güzel olurdu sırtını Akdeniz’e verip yüzmek? Mısır’a asla ulaşamayacak olsan da…

O ıssızlık ancak bu zamanda böyle çekici ve güzel olabilir oğlum! Bütün geçmişini şehir ışıklarına gömüp karanlığa gitme cesareti, şu her şeye “lakayt” evrene verilebilecek en “lakayt” yanıt olurdu.

Aşık olduğun tüm kadınların suretlerini kıyıda bırak; Kaş’taki o evde misafirlere meze taşısınlar. Teker teker çıksınlar o ahşap kapıdan, ellerinde meze tabakları olsun… Sıra Mısır’da keçi otlatan çoban kıza geldiğinde gerçekten de arınabilir ve hakikâti katlanılabilir kılabilirsin belki.

Yazmayı bırak, düşünmeyi bırak, hayâl etmeyi bırak…Gerisin geri Akdeniz’e doğru yüz…

Kaş’tan, kıyıdan, o evden uzaklaşsan da; Kıbrıs’ın biraz sağında boğulmak bile şereftir, bir şerefsiz için!

Ne gülüyorsun adamım, anlattığım senin hikâyen!

Ballard'ın İnandıkları ve İnandırdıkları

J.G. Ballard, tüm imkansızlıkları kapsayan düş dünyası ve deli bir makine gibi işleyen eksiksiz ama tekinsiz kelimeleriyle etkilemişti beni. Anlatımı da kelimeleri de, asla ötesine geçemeyeceğiniz kadar soğuktu. Hani çalıp çırpıp kendinizinmiş gibi gösterisini yapamayacağınız bir dili vardı -ve tüm erişilmezliğiyle büyülüydü!

Pilotluğa ve uçmaya aşık bu adam, sanayi toplumunun insanlarının, ürünlerinin, binalarının, otobanlarının çürüyüşünü ucuz yollu yergiler yerine, onları hayran hayran izleyip anlatarak karşıladı. Kanımca bu çürüme çağına ait yepyeni bir romantizm geliştirdi. Onu ilk okuduğumda çocukluktan beri sahip olduğum; hurdalıklara, terk edilmiş fabrika binalarına, yosunların işgal ettiği ıssız kumsallara olan hayranlığım meşrulaşmıştı: Artık bu deliliği sakince anlatan bir yazarım vardı.

Sınırsız Rüyalar Diyarı'nı Ankara'nın karlı gecelerinde okudum. Al Kumsallar, Antalya'nın güneşi altında her an yanımdaydı. Çarpışma, İstanbul'a taşınma zamanlarıma denk geldi. Drowned World'de akademisyen adayıydım. Kokain Geceleri, Kaş'tan Göcek'e kadar sürdü. Süper Kent önümde yükselmeye başladığında yeniden yalnızdım.

Ballard'ın 1984'te yazdığı aşağıdaki metnin İngilizcesiyle ilk kez 2000 yılında karşılaştım. İlk görüşte aşık olduğum metnin bir kaç satırını çevirdikten sonra, geri kalanına cesaret edemedim ve öylece bıraktım. Geçenlerde yeniden karşıma çıktı ve anlattıklarına, ifadelerine, tamlamalarına, kelimelerine bir kez daha aşık oldum. "Bu sefer hatamla, günahımla çevireceğim" dedim.

Orijinali için ( http://sdicht.wordpress.com/what-i-believe/ ) adresini ziyaret edebilirsiniz.



İnanıyorum – J.G. Ballard


Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatin uçkurunu çözmek, geceyi dizginlemek, ölüme galip gelmek, karayollarının aklını başından almak, kuşların gözüne girmek, delilerin güvenlerini kazanmak için tahayyülün gücüne inanıyorum.

Kendi saplantılarıma, trafik kazasının güzelliğine, gizil ormanların dinginliğine, tenha kumsalların heyecanlarına, otomobil hurdalıklarının zarafetine, katotoparkların gizemine, terkedilmiş harap otellerin şiirselliğine inanıyorum.

Wake Island’ın, tahayyülümüzün okyanuslarına doğru uzanan, unutulmuş uçak pistlerine inanıyorum.

Margaret Thatcher’ın gizemli güzelliğine, burun deliklerinin kıvrımına ve alt dudağındaki parlamaya, yaralanmış Arjantinli askerlerin hüznüne, benzin istasyonu personelinin tekinsiz gülüşlerine inanıyorum.

Margaret Thatcher’ı, çoktan unutulmuş bir motelde, veremli bir benzin istasyonu hizmetlisinin nezaretinde, genç bir Arjantinli asker tarafından okşanırken gördüğüm düşe inanıyorum.

Bütün kadınların güzelliğine, hayal güçlerinin ihanetine (öylesine yüreğime yakın ki), hayal kırıklığına uğramış bedenleri ile tılsımlı süpermarket tezgahlarının krom parmaklıklarının buluşma anına, sapkınlıklarıma gösterdikleri sıcak hoşgörülerine inanıyorum.

Geleceğin ölümüne, zamanın eriyerek tükenişine, şehirlerarası otobüs hosteslerinin gülücüklerinde ve sezon-dışı hava limanlarındaki hava trafik kontrolörlerinin yorgun gözlerinde yepyeni bir zamanın peşinden koşmamıza inanıyorum.

Büyük adamların ve kadınların üreme organlarına; Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Prenses Diana’nın pozlarına, bütün dünyayı kameraların önünde selamlarken dudaklarında tomurcuklanıp serpilen tatlı kokulara inanıyorum.

Deliliğe, açıklanamaz olanın gerçekliğine, taşların sağduyusuna, çiçeklerin akıl hastalığına, Apollo astronotlarının insan nesli için depoladıkları hastalığa inanıyorum.

Hiçbir şeye inan(m)ıyorum.

Max Ernst’e, Delvaux’ya, Dali’ye, Titian’a, Goya’ya, Leonardo’ya, Vermeer’e, Chirico’ya, Magritte’e Redon’a, Duerer’ye, Tanguy’ya, Facteur Cheval’e, Watts Towers’a, Francis Bacon’a ve gezegenin tımarhanelerine kapatılmış görünmeyen sanatçılara inanıyorum.

Varoluşun imkansızlığına, dağların mizah yeteneğine, elektromanyetizmanın saçmalığına, geometrinin farsına, aritmetiğin gaddarlığına, mantığın cinayet kastına inanıyorum.

Yeniyetme kadınlara, bacaklarının duruşlarıyla doğurdukları ahlaksızlıklarına, dağınık bedenlerinin saflığına, apışaralarının adi motellerin banyolarında bıraktıkları izlere inanıyorum.

Uçmaya, kanadın güzelliğine, en azından bir kez uçmuş olan her şeyin güzel olduğuna, küçük bir çocuk tarafından fırlatılan ve devlet adamlarının ve ebelerin bilgeliğini taşıyan taşa inanıyorum.

Cerrah neşterinin nezaketine, sinema perdesinin sonsuz geometrisine, süpermarketlerin içine gizlenmiş evrenlere, güneşin yalnızlığına, gezegenlerin lafebeliklerine, insan neslinin basmakalıplığına, evrenin varolmadığına ve atomun bıkkınlığına inanıyorum.

Mağaza vitrinlerini süsleyen video kaydedicilerden yayılan ışığa, galerilere dizilmiş otomobillerin radyatör mazgallarında itikat saçan bir basiret olduğuna, havaalanı asfaltına park edilmiş 747’lerin motor kapaklarındaki yağ izlerinin şıklığına inanıyorum.

Geçmişin olmadığına, geleceğin öldüğüne, bugünün ise sınırsız ihtimalleri önümüze serdiğine inanıyorum.

Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge ve Kafka’daki "şirazeden çıkma"ya inanıyorum.

Piramitlerin, Empire State Building’in, Berlin Fuhrerbunker’in, Wake Island’ın uçak pistlerinin tasarımcılarına inanıyorum.

Prenses Diana’nın vücut kokularına inanıyorum.

Gelecek beş dakikaya inanıyorum.

Ayaklarımın tarihine inanıyorum.

Migren nöbetlerine, öğleden sonraların sıkıcılığına, takvimlerden korkmaya, saatlerin dönekliğine inanıyorum.

Kaygıya, psikoza ve umutsuzluğa inanıyorum.

Sapkınlıklara inanıyorum. Ağaçlara, prenseslere, başbakanlara, ıssız benzin istasyonlarına (Taj Mahal’den bile daha güzeller), bulutlara ve kuşlara sırılsıklam aşık olmaya inanıyorum.

Heyecanların ölümüne, tahayyülün zaferine inanıyorum.

Tokyo’ya, Benidorm’a, La Grande Motte’a, Wake Island’a, Eniwetok’a, Dealey Plaza’ya inanıyorum.

Alkolizme, frengiye, hummaya ve bitkinliğe inanıyorum.

Acıya inanıyorum.

Çaresizliğe inanıyorum.

Bütün çocuklara inanıyorum.

Haritalara, şifrelere, satranca, bulmacalara, havayolu uçuş çizelgelerine, havaalanı tabelalarına inanıyorum.

Bütün mazeretlere inanıyorum.

Bütün nedenlere inanıyorum.

Bütün sanrılara inanıyorum.

Her türlü öfkeye inanıyorum.

Bütün mitolojilere, anılara, yalanlara, fantezilere, yan çizmelere inanıyorum.

Bir elin gizemine ve hüznüne, ağaçların şefkatine, ışığın bilgeliğine inanıyorum.

Fedakar Topalların Nağmeleri

“Blues’un bir türü…Sadece sevdalı bir kadın ve bir erkeği anlatır. Bir zamanlar onları anlattım ve 'Aşk bütün kusurları örter' lafını ekledim; 'Aşk, size, istemediğiniz şeyleri yaptıracak kudrettedir.' Aşk bazen gam yükünü yıkar üstünüze… Blues’dan bahsediyorum, şaklabanlıktan değil! Bu bir kadınla erkek arasında olur, dediğim o ki birbirlerine aşık olan kadınla erkek arasında... Ve blues, onlardan birisinin diğerini aldatmasıyla ortaya çıkar.”

Black Snake Moan filmi başlarken böyle diyor Eddie James “Son” House. Siyah beyaz bir kayıtta, buruş buruş olmuş acılı görünen ama bilge bakan yüzüne yerli yersiz gülümsemeler yerleştirerek...

Mae’nin sevgilisi olan asker Ronnie görev için yola düşer. Ronnie’nin bir arazı vardır: Ateş edemiyordur çünkü gürültülü bir ses duyduğunda kusuyordur. Mae’nin de bir arazı vardır: Ronnie her görev için kasabadan uzaklaştığında, önüne gelenle düzüşmeye başlıyordur. Ronnie’nin ortalıkta olmamasını fırsat bilen orrrospu çocuğu arkadaşı Gill, onun başkalarıyla düzüştüğünü görüp payını ister. Fakat alamayınca kızı döver ve öldü zannederek yola atar. İşte tam da orada, “kardeş” olarak gördüğü eski arkadaşıyla kaçan karısının geride bıraktığı travmayı yaşayan Lazarus kızı bulur ve evine alır. Nemfomanyadan muzdarip kızı zincir ve blues yardımıyla iyileştirmeye çalışan dini bütün, siyah, eski gitarist Lazarus bir yandan da kendi geçmişiyle ve hatalarıyla yüzleşir. O sırada ordudan hastalığından dolayı atılan Ronnie eve dönüp orrrospu çocuğu arkadaşı Gill’in gazıyla Lazarus’un tepesine inmeye çalışır. Oh mis gibi martı boku!

Sinopsisten tatmin olduysanız bir de Craig Brewer'in yönettiği bu filmi izleyin derim. Hani hikayedeki diğer "ahlaki dersler" vs bir yana, Samuel L. Jackson'ın döktürüşüne şahit olmak için bile izlenmeye değer. Öte yandan Justin Timberlake'i görmeye tahammül edebildiğim yegane "hareketli resim" de bu film oldu.

Filmin o muhteşem bar sahnesinde şöyle bir şarkı söylüyor Lazarus:

“Koyuverdi kapının önüne
Karım beni, kış kıyamette.
Neden beni siktir ediyorsun
Bebeğim diye sorduğumda,
Aramıza soğukluk girdi deyiverdi.
O karda kışta sulara gömülüp,
Pis çamurlara bulandım,
En nihayetinde şu müzikle
Coşan izbe bara yollandım.
Barmen hiç siklemedi beni,
Pis pis bakıp, kirli bir bardak verdi.
Söyle bakalım orospu çocuğu dedim
Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
Hayır pis zenci diye küfretti bana,
Kim olduğun sikimde bile değil!
O an şu elimi cebime attım,
Gıpgıcır 44’lüğümü çıkardım.
Anasını siktiğiminin göğsüne
Hakkıyla iki el dayadım!
Yeri öpüverdi ibne,
Duyardınız o zamanlar
Yere düşse bile bir iğne.
Ah işte tam da o sırada
Şerefsiz Billy Lions giriverdi içeri!
Pezevenk aşka geldi
Işıkları söndürüverdi.
Bundandır ihtiyar Billy Lions
Namlumdan öylece kaçıverdi!
Fakat ışıklar geri geldiğinde
Billy çoktan inzivaya çekilmişti.
O da dokuz mermiyi
Siktiğiminin göğsüne yiyiverdi!”

Filmin ana karakterinin adının Lazarus olması, hikayeyi görünce tesadüf gelmiyor. Lazarus, Romalıların öldürdüğü ama İsa'nın mucize olarak dirilttiği adamın adı. Ölü olduğu halde İsa'nın "Ayağa kalk ve bana gel!" çağrısına yanıt verene ve mezardan çıkarıldığı o mucize bilinmesin diye (muhtemelen yüksek yahudi şurası tarafından) yeniden öldürülen adamın adıdır Lazarus. Dini bütün siyah Hıristiyanlar çok seviyorlar anlaşılan bu karakteri - sakın onlara Tyanealı Apollonius'tan bahsetmeye kalkmayın! Aynen blues'un acı nağmelerini sevdikleri gibi... Belki de acıdan zevk almanın bir yolu bu: Blues'a çok uygun!

Doğal olarak ana iki karakterin ve filmin düğümünün çözüldüğü an, filmin adının geldiği şarkıyı "Black Snake Moan"ı Lazarus'un Mae'ye çaldığı sahne: "Black snake is evil. Black snake is all I see." Buyurun buradan yakın!

Herkes her metinden kendi payına düşen dersi alır kaçınılmaz olarak. Ortak bir nokta olur mu bilmiyorum ama film şunu yeniden düşünmemi sağladı: Şu insanlık denilen zorunlu birlikteliğin rezil ve bencil döngüsünden çıkmanın tek yolu; bir başkasının acısını dindirmek için kendi isteklerinden -karşılık beklemeden- fedakarlık yapmaktır.

İnsanlar adiliklerini gizlemeden üstünüzde uygulayabilirler (aynen evinizde gezinmesinden korktuğunuz ve ne yapacağınızı bilmediğiniz bir "Kara Yılan" gibi) ya da kahkaha dolu sohbetler, ihtiraslı anlar, güzel sözler gibi yalanlarla örtebilirler ve kara yılanı çok sonradan fark edersiniz. Bunlardır insanlığa dair güveni ortadan kaldıran. Ki sanırım neredeyse tanıdığım herkes bu yüzden başka insanlara güvenmekte bu kadar zorlanıyor.

Ancak tüm bu "kara yılan" ihtimallerini bir kenara koymaya cesaretiniz varsa, insanı tüm bu şüphelerden kurtaracak ve yukarıda andığım bencillik döngüsünü kırabilecek tek gerçek tavır fedakarlık yapmaktır. Bir insanın acısını dindirmek için çaba sarf etmekten daha "anlamlı" (bkz.Indifferent yazısı) insani bir eylem de yoktur.

Aslında tüm bunları bir dostum (o kendini biliyor) çok önceden söylemiş ve kafamda büyük bir soru işareti yaratmıştı. Üstelik lafla değil, büyük bir derdimi çözmeme yardımcı olarak yapmıştı. "Kimseye eyvallahım olmasın, hiç kimseden hiçbir şey istemeyeyim" düsturunda giderken, sadece sorunumu anlatmamla, ben talep etmeden iyilik yaptı. O, biliyordu: "İnsanlara olan güvenini kaybedersen ve fedakarlık yapmaktan korkarak kaçıp durursan geriye ne kalır ki?" İçinde sadece kendinin ve kendi zevklerinin barınabildiği, korkularına teslim olarak yaşadığın ve yüzeysel, sahte ilişkilerle yalnızlaştırdığın bir hayattan başka ne kalır ki geriye?

Evet, şu anda, o dostum sayesinde kiraladığım bu evde oturuyor ve bu satırları yazıyorum.

Acaba yediği onca kazıktan sonra hala cesur bir şekilde fedakarlık yapan insanlar mı aptal, yoksa gerçek aptallar korkup kaçan ve hayatını diğerlerine fazla bulaşmadan yaşamaya çalışanlar mı? İyi, samimi ve çabalayıcı oldukları her seferde kırıklığa uğradıkları halde içlerindeki insani sıcaklığı korumaya çalışanlar mı aptal, yoksa gerçek aptallar bundan dolayı şerefsizleştiklerinde daha fazlasını elde ettikleri sanısına kapılıp karşılarındakinin fedakarlıklarını har vurup harman savuranlar mı?

Yanıt, -en azından kendi hayatlarınız için- size bağlı. Fakat insanın, insanlardan kaynaklanan korkularını yenmesi için, yine insanlara ihtiyacı var. Başka insanlarla "anlam" yaratmaya... İyilik, kötülük yapma şansınız varken seçildiğinde güzeldir! İyilik, bir insanı kullanarak onun korkusuna korku katma gücünüz varken; onun korkusunu yok etmek için mücadele ediyorsanız anlamlıdır. Kendiniz topalken bir diğerinin aksamasını gidermek için onu koltuğunun altından kaldırmaya çalışıyorsanız... Keşke ben de arada egoma yenilip hırçınlaşmak yerine o dostum gibi olabilseydim.

Film bittikten sonra yukarıdaki fedakarlığın kimler tarafından, hangi şartlarda, nasıl yapılabileceğini düşündüm ve karşıma -o an hafızamın izbelerinden kurtulan- Mevlana’nın Mesnevi'de anllattığı bir hikaye çıktı. Filmdeki tüm ilişkiler (ister Lazaruz ile Mae arasındaki olsun, isterse de Mae ile Ronnie arasında) tek bir sorunun yanıtına bağlanıyordu:

Bir karga ile bir leylek neden yarenlik ederler?



[Bir kaç tembel arkadaş (kendilerini bilirler)Black Snake Moan'ın sonuna ithafen merak edip sordular, ben de "Eğitim sistemimiz ne halde Allah aşkına, insanları araştırmaktan uzak tutuyor" hissiyatına rağmen eklemek istedim hikayeyi. Hassas bünyelere duyurulur: Mesnevi tüm dertler için en bir güzel ilaçtır!


"Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir ´yabancı´yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini.

Biri karga, biri leylek...

O kadar farklıdır ki kuşlar ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine.

Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.

Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar.

O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar beklenenlerin yanında tutunamayanlar.

O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan.

Topal kuşlar birbirlerinin ´arıza´larını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine.

Varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir uçar, söner.

Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran..."]

Indifferent

"The most terrifying fact about the universe is not that it’s hostile but that it is indifferent; but if we can come to terms with this indifference and accept the challanges of life within the boundaries of death, our existence as a species can have genuine meaning and fulfillment."

"Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade 'indifferent' olmasıdır; ancak bu 'indifferent' durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir."

Yukarıdaki satırlar Stanley Kubrick'in Playboy dergisiyle yaptığı bir söyleşiden alınma. Tamamını burada çeviremeyeceğim ama yazının en altına özgün ifadeyi ekleyeceğim. Bu uzun yanıtı doğuran Playboy sorusu (evet aynı Playboy ama konuştuğu şahıs Kubrick) ise şu: "Hayat bu kadar amaçsızsa sizce yaşamaya değer mi?"

Kubrick'in yanıtındaki "indifference" ise alengirli olduğu kadar, egoya sahip herhangi bir varlık için aşırı sinir bozucu bir kavram. Türkçe'ye "umursamazlık, ilgisizlik, duygusuzluk, hissizlik, aldırmazlık" olarak çevrilen bu kelimenin sıfat hali ise gerçekten kımıl kımıl ve eğlenceli.

Garibim Merriam-Webster Sözlüğü, "indifferent" kelimesini şöyle tanımlamaya çalışıyor:

1- marked by impartiality : unbiased.
(tarafsız olmak : önyargısız)

2 a- that does not matter one way or the other. b- of no importance or value one way or the other
(a- bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin fark etmemesi b- bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin öneminin ve değerinin olmaması)

3 a- marked by no special liking for or dislike of something b- marked by a lack of interest, enthusiasm, or concern for something : apathetic
(a- birşeye karşı özel bir hoşlanma ya da rahatsızlık içinde olmayan. b- birşey için ilgi, şevk ya da umursama hissi duymayan, lakayt : duygusuz)

4- being neither excessive nor inadequate : moderate
(aşırı ya da az olmayan: ılımlı)

5 a- being neither good nor bad : mediocre. b- being neither right nor wrong
(a- iyi ya da kötü olmayan: vasat. b- doğru ya da yanlış olmayan)

6- characterized by lack of active quality : neutral
(aktif bir özelliğinin olmaması : nötr)

7 a- not differentiated b- capable of development in more than one direction; especially : not yet embryologically determined
(a- farklılaşmamış. b- bir tek yönden fazlasına gelişebilme becerisinin olması; özellikle : embriyolojik olarak henüz belirlenmemiş)


Kubrick'in sözüne dönecek olursak; yaşamımızın kırılganlığı ve önemsizliği içinde evrenden varoluşumuzu özel bir anlamla donatmasını bekleyemeyiz. Hayatın bize kötü ve acımasız gelen yanı da budur zaten: O, herkese ve herşeye karşı "indifferent" durmaktadır. (İzninizle, kelimeyi o kadar açıkladıktan sonra kuru bir "lakayt" ile yetinemem.) Canlılığınız ya da mortu çekmişliğiniz, havayı sizin ya da bir başkasının soluması, doktor ya da kaportacı olmanız, Ahmet'le ya da Mehmet'le evlenmeniz, helada kabızlıktan kıvranmanız ya da trafikte sıkışmışken ishal olduğunuzu fark etmeniz; evrenin bir bilinci olmadığına yeteri kadar ikna olmuşsak anlamsız ve önemsiz -kısaca farksızdır.

Kubrick'in ikinci cümlesi ise bu derdin yegane dermanını verir: "Madem evrene karşı ne kokar ne bulaşır tavşan boku kıvamındayız, o zaman bu hakikatle gerçekten yüzleşirsek kendi anlamlarımızı kendimiz yaratabiliriz." Ancak bu anlam yaratma ve onu icraya (eyleme) dökme işleminin binlerce yöntemi olabileceği düşünülürse, Playboy muhabirinin, "Peki bu yüzleşme biçimleri ve onların ardından yaratılan anlamlar arasında daha anlamlı olanı var mıdır, yoksa bu da 'indifferent' bir durum mudur?" diye sorması kanımca çok şık bir manevra olurdu. Arada her ne kadar amaç ve ortaya çıkan "ürün" bakımından farklar olsa da, her anlam yaratma denemesi gayet bireysel bir değere sahiptir. Bu da şu kurtlu aklıma, "Yoksa farklı anlam yaratma yöntemleriyle farksızlıktan kurtulmaya çalışmakta nihayetinde farksızlaşan bir çaba mıdır?" sorusunu getiriyor.

Kategorize etmeye çalışacak olursak böyle bir anlam bulma çabasının iki ayağı vardır:

Bu işi entelektüel / sanatsal bir eser aracılığıyla, bir nesne üzerinden yapmak ve aşk yaşamak / çocuk yapmak / dostluk kurmak aracılığıyla, bir özne üzerinden gerçekleştirmek.

Üstadın bu iki yoldan, açıkça ilkini belirttiğini iddia edemesek de, hayatına ve yapıtlarına dair elimizdeki olan bilgilerden bu seçeneği ön plana çıkararak konuştuğunu iddia edebiliriz. Entelektüel / sanatsal bir eserle muhatap olarak ya da onu üreterek anlam yaratma deneyimi daha üstün, üzerine daha çok düşünülmesi ve tartışılması gereken yöntem olduğu önyargımız (bu duruma karşı "indifferent" olamamamız), Kubrick'in bu yorumunu nesne üzerinden kurulan anlama çekmemize yol açıyor. Kubrick pekala bunlardan ikincisini kastediyor olamaz mı? Bir sanat eseri yerine çocuk yapmayı daha "anlamsız" gösteren nedir?

Her şeyden önce bir eser, ölümlülüğümüzü aşma isteği konusunda en kestirme ve güçlü yoldur. Bu durum; film çekmek, DNA'nın şifresini çözmek için laboratuara kapanmak, roman yazmak, sosyolojik bir araştırma yapmak, tiyatro oyununda oynamak şekillerinde tezahür edebilir. Yaratma becerisi olmasa da dönüştürme gücü açısından, sahibi olduğu şirketi bir numara yapmak, ülkeyi yönetmek, Avrupa'nın yarısını fethetmek de ölümü yenme çabasına yönelik bir "eser" ortaya koymak olarak görülebilir.

Ortaya çıkan eserin "tarihe atılmış bir imza olarak" kalacak olması bir yana, kişisel bağ açısından kendine dönük bir anlam yaratmak ancak ve ancak eseri yaratma süreciyle ilgilidir. O süreç dışında da yaratıcısını ilgilendirmez. Çünkü eser tamamlandığında hem yaratıcısına hem de alıcısına karşı "indifferent" durur: Kısaca, hayatın "indifferent" oluşundan kurtulmak için "indifferent" bir nesne ortaya koyarsınız. Bu icra, doğasının bu özelliğinden dolayı, kısa süreli ve geçicidir; süreç bitince eser "indifferent" olur. Bundan ötürü bu yöntemle anlam yaratma; sonu gelmeyen bir rahatlama ve boşluğa düşme döngüsünü getirir. Bilimadamı ya da sanatçı, yarattığı anlam kaçınılmaz olarak elinde parçalanmaya başlayınca yeni bir üretme sürecine girer.

Oysa bu ayaklardan ikincisi, bir başka özneyle anlam yaratmak yukarıda anılan ilk hale göre daha süreklidir. Bu sürekliliği sağlayan, karşımızda anlam yaratma ihtiyacı duyan bir başka öznenin bulunmasıdır. Bu bütün hadiseyi çetrefilli bir "ilişki" durumuna getirir. Çünkü anlam yaratma süreci bir eser ortaya koymak gibi dar ve tek yönlü bir çerçevede değil, bir başka "irade"nin eşit şekilde için işine girdiği, sonu -eser yaratımındaki ereksellikle kıyaslanamayacak kadar- belirsiz ve uzun vadeye yayılan bir etkileşim halidir. Bundan dolayıdır ki bir eser yaratma sürecinde esere kişilik vermeye kalkanlara, mesela "aslında yazdığım benimle konuşuyor" diyenlere inanmıyorum! Bu her ne kadar kendini keşfetme süreci olsa da, eser yaratıcısıyla konuşmaz; çünkü o "indifferent"tır!. Ortada yaratıcısıyla konuşan ve iletişime geçen bir parça varsa o da yaratıcının kendinde olan ve henüz adlandıramadığı bir kısmıdır, eser değil. Çünkü anlam yaratma sürecinin ürünü, yaratıcısının canlı ya da ölü, Ahmet ya da Mehmet, kabız ya da ishal olmasını önemsemez. O, aynen evren gibi, kendi başına ayaktadır ve yaratıcısıyla ilişkili olmayan başka öznelerin ona ulaşması durumunda onların anlam yaratma süreçlerine katılır. Fakat her halükarda "indifferent" varlığını korur. (Hazır yeri gelmişken; daha önce çeşitli arkadaşlarımla yaptığım bir tartışma geldi aklıma. Bir sanatçının kişiliği onun eseriyle kuracağımız ilişkiyi belirler mi? Buna benim verdiğim yanıt "Hayır" idi ve hala bunun arkasındayım. Çünkü bilimadamının ya da sanatçının kişiliği, anlam yaratmanın ilk ayağını -yani ürünü- ilgilendirmez. Buunu yapmaya kalktığımız an ister istemez ikinci tür anlam yaratmaya, özneyle etkileşmeye gireriz. Bunun da o eserle alakası yoktur.)

Zira eserin iradesizliği ilk ayağın ana teması iken, ikincide öteki-öznenin iradesi vardır. İradelerin "indifferent" oluşları arasında bir geçişkenlik mümkün ise; bu eserin özneleşmesiyle değil, öznenin "indifferent" hale gelmesiyle mümkün olabilir. Sözgelimi Leyla ile Mecnun hikayesinde, Mecnun'un çöllere düşüp Leyla'dan geçmesi ve onu tanımaması; Mecnun'un iki öznenin işin içinde olduğu bir anlam sürecini yukarıda andığım ilk yönteme çevirmiş olması demektir. Leyla'nın "irade"sini düzleştirerek Leyla'yı nesneleştirmiş ve onun anlam yaratma sürecindeki etkileşim becerisini iptal ederek aşkını bir "eser" haline getirmiştir.

Bu durum, aşk / çocuk / dostlukla, yani bir diğer özneyle birlikte anlam yaratma çabasının en büyük rizikolarından birisidir. Karşımızdakinin iradi desteğini alamadığımız durumda onu nesneleştirip, eylemsiz ve etkisiz bir şekilde (aynen defter arasına konulan gül yaprağı gibi) saklarız. Bu şekilde içinde bulunduğumuz o koskoca anlamsız evrene karşı yaptığımız mücadeleyi asla kaybetmeyeceğimiz, "anlam"ı koruyacağımızı zannederiz. Bundan dolayı ister aşk ister dostluk olsun, her ilişki bir diğer öznenin tanımlanması ve vakumlanarak saklanması tehlikesini barındırır.

Öteki-öznenin anlam yaratma isteği ile uyuşma olduğu durumlarda iki özne birbirlerine karşı "indifferent" değillerdir. Etki ve tepki, bir eseri yaratma sürecinde yaratılabilecek anlama göre hareketli, değişken ve belirsizdir. Bir eser, "sonsuza kadar kalma" iddiasıyla özel bir doyum sağlıyorsa; bir özneyle anlam yaratmak da iradelerarası uyumluluğun doyumunu, bir başkasıyla bütünleşmenin keyfini yaratır. Bu bütünleşme, gündelik ikincil ilişkilerden ne kadar farklı ve yoğun ise uyumluluk ve anlam yaratma da o kadar kuvvetli olur. Bir anne ile çocuğun ya da iki sevgilinin beraber vakit geçirmekten aldıkları keyif buna örnek olarak verilebilir. Ancak eğer bu iki özneden birisi evrenin kendisi gibi "indifferent" davranıyorsa, böyle bir anlam yaratmaya dair sorunlar baş gösterecek demektir. Yani öteki-öznenin orada olmasıyla olmaması, Ahme ya da Mehmet olması, kabız ya da ishal olması arasında bir fark yokmuş gibi davranıyorsa bu bütünleşme bozulur.

Her şeyden önce burada kastedilen uyumluluk , her konuda anlaşmak ve iyi geçinmek değil; iki öznenin birbirlerine "bulaşma" isteklerinin olmasıdır. Sözgelimi büyük kavgalar da, her iki taraf da kavga etme isteği duyacak kadar birbirlerine bulaşmışlarsa, aynı uyumluluk içinde değerlendirilebilirler. Fakat taraflardan birisi kavga etmeye yönelmişken, diğeri buna karşı tepki vermiyorsa -yani "indifferent" kalıyorsa- bir başka özneyle anlam yaratma çabası yıkılmış, boşa çıkmış demektir. Taraflardan birisinin "indifferent" tavrı kronik bir hal alırsa ortak bir anlam yaratma imkansızlaşır ve diğer özneye ya "indifferent" olanı nesneleştirmek, ya kendini de "indifferent" hale getirmek, ya da bu durumu külliyen reddedip "bulaşma"sının (angajman) son hamlesini yaparak o ilişkiden çıkmak dışında fazla seçenek kalmaz. Çünkü artık muhatabı yoktur ve koskoca bir tepkisizlik boşluğuyla karşı karşıyadır.

Kubrick söyleşinin en sonunda şöyle diyor: "Karanlığın büyüklüğüne karşın, kendi ışığımızı sağlamalıyız."

Bu sözü gerçekleştirmek için yukarıdaki iki yöntemin hangisini, ne kadar kullanacağımızı ve bunu nasıl sağlayacağımızı bulmak gerçekten de kelimenin tam anlamıyla bize mi düşüyor? Dışsal gelişmeler? Bilinçdışı tercihlerimiz? Ortak anlam yaratmada bir başkasının iradesi? Şans? Gerçekten de kendi ışığımızı kendimiz sağlayabilir miyiz, yoksa bu konuda sınırlı bir çaba göstermekten başka elimizden birşey gelmez mi?

Hani burada Kubrick'ten yanıtını alamayacağımız tek soru da bu olurdu sanırım.

Tefekkür ve tevekkül?



-----------
(İlker Canikligil'e bu söyleşiyi Facebook profiline koyduğu için teşekkür ederim)

Playboy: “If life is so purposeless, do you feel it’s worth living?”

Stanley Kubrick: “Yes for those who manage somehow to cope with our mortality. The very meaninglessness of life forces man to create his own meaning. Children, of course, begin life with an untarnished sense of wonder, a capacity to experience total joy at something as simple as greenness of a leaf, but as they grow older, the awareness of death and decay begins to impinge on their consciousness and subtly erode thier joie de vivre, their idealism - and their assumption of immortality. As a child matures, he sees death and pain everywhere about him and begins to lose faith in ultimate goodness of man. But if he’s reasonably strong - and lucky - he can emerge from this twilight of the soul into a rebirth of life’s elan. He can forge a fresh sense of purpose and affirmation. He may not recapture the pure sense of wonder he was born with, but he can shape something far more enduring and sustaining. The most terrifying fact about the universe is not that it’s hostile but that it is indifferent; but if we can come to terms with this indifference and accept the challanges of life within the boundaries of death - however mutable man may be able to make them - our existence as a species can have genuine meaning and fulfillment. However vast the darkness, we must supply our own light.”
-----------