Elmadağ Nağmeleri - 3

ŞİMDİ ELMADAĞ'DA,
BİR ZAMANLAR ANTALYA'DA...

Evden çıkmadan önce balkondan dışarı bakıyorum. Dışarıda sisli, pis bir hava var. İnsanın içinde bütün perdeleri çekip, tatil uyuşukluğuyla eve gömülme isteği uyandıran türden.

“Aslında tam evde geçirilecek gün!”

“Öyle mi?”

Dışarı çıkıp biraz dolaşmalıyım: Öyküde bir takım taşları yerine koymuşum ama uymayan bir parça çıkıyor hep. Söküp yeniden yerleştiriyorum. Olmuyor! Yeni bir temel atmam gerekiyor. Yaman kimden dayak yiyecek? Sonra da kimi, neden enseleyecek? Taksim’e gidiş, Danışman’da bir bardak çay, geri dönüş…

Mahalle öylesine tuhaf bir sessizliğe bürünmüş ki hiç kimse televizyonunu açıp, şu uyduruk evlendirme programlarının tekrarını izlemiyor sanki. Sadece pencereleri sımsıkı örtülü, köhne bir ahşap evden tekno müzik gümbürtüsü geliyor. Belki de yasalardan dolayı kazma vuramadıkları evi yıkmak için yeni bir yöntem deniyorlardır.

Babil Sokak’tan yukarıya, ana caddeye doğru yürürken karşımdan yerden bitme, yeni yetme üç kız geliyor. Gülüşerek aşağıya inerken bir yandan da bağıra çağıra konuşuyorlar:

“Ya siktir et onu” diyor bir tanesi.

“Neden yaa?” diye soruyor yanındaki.

“Amını siktiğiminin orospusu işte!”

Benzer bir afallamayı en son Bahariye’de yaşamıştım ve orada da hiçbir şey duymamışım gibi yoluma devam etmiştim. (Bkz. Bahariye Bayramı.) Bu sefer bu lafı eden kızın yüzüne bakıyorum. Siyah saçlı, beyaz tenli, ufak bir yüzü var.

İnsan zihninin ne kadar garip bağlantılar yaparak çalıştığına dair ayrıntılı bilgim yok. Ancak bazen bir koku duyarsınız, çocukluğunuzdan kalma bir koku... Yıllar boyunca hiç karşılaşmamışsınız ve unutmuşsunuzdur. Sonra ummadığınız bir anda yeniden çalınır burnunuza ve çocukluğunuzdan kalan, hatırlamadığınız birkaç anı, kendilerini gösteriverir.

Kızın yüzü ve sözü, tozlu bohçamı aralıyor. Yüzü Antalya’da tanıdığım bir kıza benziyor, “Orospu” lafı beynimde yankılanıp duruyor.

Bir zamanlar Antalya’da bir kız tanımıştım.

Yan apartmandaki komşumuzun üç kızının ortancasıydı. Kızların her biri birinden güzeldi ki mahallenin bütün delikanlılarının peşlerinde olması yetmezmiş gibi, mobiletli birkaç sanayi yiğidi de sokakta tur atıp dururlardı. Onlar ise bu aç kurt sürüsünü izlemenin tadını, kısacık şortlarıyla ikinci kattaki balkonlarında çay içerek sürerlerdi.

Mahallenin gençleri olarak top oynarken bile gözümüzü onlardan alamaz, onları kesip dururduk. Tek derdimiz, kısa etekle çıktıkları balkondan bize işe yaramaz böceklermişiz gibi bakarlarken, bacaklarını külotlarına kadar seyredebilmekti. Gerçekten de işe yaramaz böceklerdik! Bizim böcekliğimiz, onların bacaklarının değerini daha da arttırıyor; ikinci kattaki saat beş çaylarını daha önemli bir seyirlik haline getiriyordu. Balkona her çıkışlarında mahallenin gençleri tarafından dikkatle takip edildiklerini biliyorlar; bunun tadını keyifli ve gürültülü kahkahalar atarak çıkarıyorlardı. Salyası aka aka, tam da bu salyasının akışından dolayı erişemeyeceği kadar değerlendirdiği bir güzelliğe dalan am budalalarıyla kim dalga geçmez ki?

Mahallenin çirkin ve bodur kadınlarının dedikodularına göre babalarının eve ilgisizliğinden oluyordu bunlar. Adam "kaygısız"dı ve kadın ise “yollu”... Açıkçası anaları gerçekten de cahil, hafifmeşrep ve kavgacı bir kadındı: Bir komşuyla tartışırken tam "mahalle karısı" ağzıyla konuşur. Bir süre sonra karşısındakini sindirir ve muzaffer bir edayla, kırıta kırıta içeri girerdi. Ablasının oynaşı olarak bildiğimiz delikanlının, baba evde yokken gelip gittiğine defalarca şahit olmuştuk. Bir ara “sözlü” oldukları söylense de, babanın bu işten haberi olmadığı kesindi.

Benden iki yaş küçük olan ortanca kız Arzu’da, diğerlerinden de anasından da farklı bir özellik olduğunu düşünürdüm. Üç dört metre yandaki apartmanın dördüncü katındaki evimizden görebildiğim kadarıyla kitap okumayı seviyordu. Orada tamamen kendisiyle iken, mahalleden geçen mobiletli gençlere gülücükler atan ya da aşağıdaki böceklerin kayıtsızca açılan bacaklarını izlediğini bile bile sandalyeye oturup sırıtan kız gibi değildi. Balkonun geniş alınlıklı demirlerin köşesine yerleştirdiği şiltesine uzanır, kimi zaman gülümseyerek kimi zaman da yüzünü asarak -ve hatta bazen birkaç damla yaş döktüğü gözlerini silerek- kitabını okurdu.

Benim böcekleşmediğim zamanlardaki halime benziyordu: Kendi içine dönmüş, karşısına çıkan her şeyi öğrenmeye çalışan, daha doğrusu üstüne biçilen kıyafeti sorgusuz kabul etmektense altında ne olduğunu anlamaya çabalayan…

Aynı muhiti paylaşan gençlerin gereksiz konuşmaları dışında birbirimizle gerçek anlamda muhatap olmamız, bir yaz Kur’an kursuna başlamasıyla oldu.

On beş yaşındaydım. Asıl mesleği yorgancılık olan imam, çocuklara sure ezberletme ve Arapça’dan Kur’an okutma görevini, bir yıl önceki kursta Arapça okumayı sökmüş olan bana ve yine yan apartmanda oturan kankama vermişti. Cami içinde kovalamaca oynamaktan yorgun düştüğümüz vakitlerde çocuklara sorumlu oldukları sureleri okutturuyor ve yanlarında getirdikleri listeye imza atıp bir sonraki ödevlerini veriyorduk.

Arzu, camiye bir süre devam ettikten sonra bilmediğim bir nedenden dolayı ( anasının marifeti olduğunu tahmin ediyorum) kursu bırakmıştı. Buna rağmen bir gün benden, ona dini bir kitap vermemi istedi. Ona kitabı verdim. Sonra bir kitap daha... Arada bir apartman altında görüşüp konuşmaya başlamıştık. Benden iki yaş küçük olmasına karşın, çok daha olgun davranıyordu. Bire birde daha soğuk ve mesafeliydi. Ancak zamanla. iletişimimiz biraz daha gelişince din dışı konularda da konuşmaya başladık.

Onun balkonun altından göründüğünden farklı bir yüzüyle karşılaşıyordum: Aynı seviyedeydik. Keyifli, hoş sohbetine karşın, kimi zaman ufak tefek konularda bile alınganlaşıp hırçınlaşıyordu. Özellikle mesele bir şekilde ailesinden açılmaya görsün! O rahat ve her şeyle dalga geçen kız gidiyor; yerine bir bardak suda fırtınalar koparan, kırık bir kızcağız geliyordu. Mahalledeki herkesin arkalarından konuştuğunu bildiğini söylüyor, özelikle birkaç kadına verip veriştiriyordu. Ardından toparlanıyor, yine umursamaz bir kızcağız oluveriyordu.

Kitaplar dışında herhangi bir şeye olan saygısı ya da sevgisi hemencecik bitiyordu; bir gün sevdiğini öteki gün sevmiyor; bir gün taptığını ertesi gün lanetliyordu. Doğal olarak bacaklarını izlemek için mahalle duvarına oturan delikanlılara ya da apartmanlarının önünde bir aşağı bir yukarı mobiletle turlayanlara saygı duyması beklenemezdi. O zamanlar kendi güzelliğine tutkun, hani neredeyse kendine aşık, olduğu fikrine sahiptim. Böyle davrandığına göre kendini yıkılmaz, büyülü, görkemli bir kale olarak görüyor olmalıydı.

O özgüven abidesini, çok kısa bir süre için yakından görmüştüm. Balkonda otururken güzelliğiyle büyülenmiş erkeklere sakince gülümsediği zamanlardaki ifadesini bir an bırakmış; kısa bir süreliğine eteğinin altına değil de kabuğunun altına bakmama izin vermişti. Orası, dışarıdan çok farklıydı! O keyfe keder tavırlarının altındaki büyük kırgınlık hemen karşımda ortaya çıkıyor; Arzu, kitap okurken gülen ve ağlayan kıza dönüyordu.

İşte o zaman onunla ilgili önyargım tersine döndü: Her ne kadar aşık görünse de, aslında sevmediği ve kaçmak istediği tek varlığın kendisi olduğunu düşünmeye başladım. Üstüne biçilen donların altında, "kendi hissettiğinin" ne olduğunu anlamaya çalışsa da çabası yeterli gelmiyordu. İnsanların onu içinde görmek istedikleri elbise o kadar şatafatlı ve görkemliydi ki o bile bunun verdiği güce kapılmıştı. Görünmeye çalıştığı kişiliğe kendisi de inanmaya başlayınca tüm o kendini merak ve çaba boğulup gidiverdi; kırılgan kız daha da içine gömüldü.

Ona güç veren maskesi, alttaki yüzünü ele geçirmişti. Balkonda okumayı; okurken de gülüp ağlamayı bıraktı. Balkonda bacaklarını daha fazla açmaya ve aşağıdaki böceklerle açıktan dalga geçmeye başladı. Ben ise artık ona bakamıyordum. Aklımdan sadece, "O anası olmasa, bu kızdan birşeyler olurdu" fikri geçiyordu. Onun anasının artık olmamasını diliyordum. Fakat o hep oldu!

“Mahalle baskısı” illa ki insanların başını kapatacak değil ya, kimi zaman insanları daha fazla “açıyor”! Zaten bir kere adın çıktıktan sonra, ağzınla kuş tutsan faydası yoktur. Öyle olmadığını ispat etmeye çabalamak yerine yüzüne yapışan maskeyi benimser, sana bir güç veriyorsa da keyifle kullanırsın. Sana yapıştırılan ya da senin kendine yapıştırmak istediğin bütün kötü sıfatların kaderidir bu. Eğer bu sıfat başkaları tarafından yapıştırılmışsa bir yandan ondan kaçmak istersin ama öte yandan da sırf o lafı diyenlere inat olsun diye "öyleymiş gibi" davranmaya başlarsın. Bir süre sonra davranışların, o kırılgan ve değişken kişiliğine sirayet ediverir, "o" olup çıkarsın. Ya da yaptığın bencilliklerin bir günah çıkarması olarak o kötü sıfatı kendi kendine giyersin de, insanlar bu sıfatın kötülüğüyle büyülenip -ışığa koşan pervaneler gibi sana yapıştıkça- daha da keyif aldığını ve daha da bencilleştiğini fark etmezsin. O sıfatı üstünden atmak istediğinde de çoktan iş işten geçmiştir. Ama içinde kopan fırtınaları dışarıya göstermez, sadece kendinle kaldığın anlarda hıncını gözyaşı dökerek çıkarırsın.

Arzu, kitap okurken gözyaşı dökerdi bazen. Belki sonra kitap okumaya ve ağlamaya odasında devam etmiştir, kendini daha da gizleyerek...

İnsanlar eve gelenler hakkında daha çok konuşmayı sürdürdüler. Bunları işiten baba, anayı dövmeye, daha çok dövmeye başladı. Sonra bir güz vakti mahalleden alelacele taşındılar. Yıllar sonra büyük kızın kocaya kaçtığını, Arzu’nun ve küçük kızın “100 dolarlık profesyoneller" olduklarını duyduğumda nedense hayrete düşmedim. Ah o anası olmasaydı!

Elmadağ’da yanımdan küfrederek geçen üç kızı işittiğimde bu geliverdi aklıma. Sadece küfrü edenin yüzüne baktım; Arzu’ya benziyordu.

“Orospu” diye suçlanan insanlar bir süre sonra gerçekten de “orospu” olurlar.

Bir zamanlar Antalya’da bir kız tanımıştım...

Kendisine “orospu” denile denile “orospu” oldu.

4 yorum:

Adsız dedi ki...

bu durumda olur olmaz herkese 'orospu' dememek lazım :)

hiç dedi ki...

Sana kesinlikle katılıyorum badinka.
Bundan dolayı 15 yaşımdan bu yana ("hayal" karakterleri dışında) hiç kimseye "orospu" demedim...

mariadebonne dedi ki...

Beni de "deli" diye diye delirttiler.

hiç dedi ki...

sana "deli" diyenin gram aklı yoktur marya...