Indifferent

"The most terrifying fact about the universe is not that it’s hostile but that it is indifferent; but if we can come to terms with this indifference and accept the challanges of life within the boundaries of death, our existence as a species can have genuine meaning and fulfillment."

"Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade 'indifferent' olmasıdır; ancak bu 'indifferent' durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir."

Yukarıdaki satırlar Stanley Kubrick'in Playboy dergisiyle yaptığı bir söyleşiden alınma. Tamamını burada çeviremeyeceğim ama yazının en altına özgün ifadeyi ekleyeceğim. Bu uzun yanıtı doğuran Playboy sorusu (evet aynı Playboy ama konuştuğu şahıs Kubrick) ise şu: "Hayat bu kadar amaçsızsa sizce yaşamaya değer mi?"

Kubrick'in yanıtındaki "indifference" ise alengirli olduğu kadar, egoya sahip herhangi bir varlık için aşırı sinir bozucu bir kavram. Türkçe'ye "umursamazlık, ilgisizlik, duygusuzluk, hissizlik, aldırmazlık" olarak çevrilen bu kelimenin sıfat hali ise gerçekten kımıl kımıl ve eğlenceli.

Garibim Merriam-Webster Sözlüğü, "indifferent" kelimesini şöyle tanımlamaya çalışıyor:

1- marked by impartiality : unbiased.
(tarafsız olmak : önyargısız)

2 a- that does not matter one way or the other. b- of no importance or value one way or the other
(a- bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin fark etmemesi b- bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin öneminin ve değerinin olmaması)

3 a- marked by no special liking for or dislike of something b- marked by a lack of interest, enthusiasm, or concern for something : apathetic
(a- birşeye karşı özel bir hoşlanma ya da rahatsızlık içinde olmayan. b- birşey için ilgi, şevk ya da umursama hissi duymayan, lakayt : duygusuz)

4- being neither excessive nor inadequate : moderate
(aşırı ya da az olmayan: ılımlı)

5 a- being neither good nor bad : mediocre. b- being neither right nor wrong
(a- iyi ya da kötü olmayan: vasat. b- doğru ya da yanlış olmayan)

6- characterized by lack of active quality : neutral
(aktif bir özelliğinin olmaması : nötr)

7 a- not differentiated b- capable of development in more than one direction; especially : not yet embryologically determined
(a- farklılaşmamış. b- bir tek yönden fazlasına gelişebilme becerisinin olması; özellikle : embriyolojik olarak henüz belirlenmemiş)


Kubrick'in sözüne dönecek olursak; yaşamımızın kırılganlığı ve önemsizliği içinde evrenden varoluşumuzu özel bir anlamla donatmasını bekleyemeyiz. Hayatın bize kötü ve acımasız gelen yanı da budur zaten: O, herkese ve herşeye karşı "indifferent" durmaktadır. (İzninizle, kelimeyi o kadar açıkladıktan sonra kuru bir "lakayt" ile yetinemem.) Canlılığınız ya da mortu çekmişliğiniz, havayı sizin ya da bir başkasının soluması, doktor ya da kaportacı olmanız, Ahmet'le ya da Mehmet'le evlenmeniz, helada kabızlıktan kıvranmanız ya da trafikte sıkışmışken ishal olduğunuzu fark etmeniz; evrenin bir bilinci olmadığına yeteri kadar ikna olmuşsak anlamsız ve önemsiz -kısaca farksızdır.

Kubrick'in ikinci cümlesi ise bu derdin yegane dermanını verir: "Madem evrene karşı ne kokar ne bulaşır tavşan boku kıvamındayız, o zaman bu hakikatle gerçekten yüzleşirsek kendi anlamlarımızı kendimiz yaratabiliriz." Ancak bu anlam yaratma ve onu icraya (eyleme) dökme işleminin binlerce yöntemi olabileceği düşünülürse, Playboy muhabirinin, "Peki bu yüzleşme biçimleri ve onların ardından yaratılan anlamlar arasında daha anlamlı olanı var mıdır, yoksa bu da 'indifferent' bir durum mudur?" diye sorması kanımca çok şık bir manevra olurdu. Arada her ne kadar amaç ve ortaya çıkan "ürün" bakımından farklar olsa da, her anlam yaratma denemesi gayet bireysel bir değere sahiptir. Bu da şu kurtlu aklıma, "Yoksa farklı anlam yaratma yöntemleriyle farksızlıktan kurtulmaya çalışmakta nihayetinde farksızlaşan bir çaba mıdır?" sorusunu getiriyor.

Kategorize etmeye çalışacak olursak böyle bir anlam bulma çabasının iki ayağı vardır:

Bu işi entelektüel / sanatsal bir eser aracılığıyla, bir nesne üzerinden yapmak ve aşk yaşamak / çocuk yapmak / dostluk kurmak aracılığıyla, bir özne üzerinden gerçekleştirmek.

Üstadın bu iki yoldan, açıkça ilkini belirttiğini iddia edemesek de, hayatına ve yapıtlarına dair elimizdeki olan bilgilerden bu seçeneği ön plana çıkararak konuştuğunu iddia edebiliriz. Entelektüel / sanatsal bir eserle muhatap olarak ya da onu üreterek anlam yaratma deneyimi daha üstün, üzerine daha çok düşünülmesi ve tartışılması gereken yöntem olduğu önyargımız (bu duruma karşı "indifferent" olamamamız), Kubrick'in bu yorumunu nesne üzerinden kurulan anlama çekmemize yol açıyor. Kubrick pekala bunlardan ikincisini kastediyor olamaz mı? Bir sanat eseri yerine çocuk yapmayı daha "anlamsız" gösteren nedir?

Her şeyden önce bir eser, ölümlülüğümüzü aşma isteği konusunda en kestirme ve güçlü yoldur. Bu durum; film çekmek, DNA'nın şifresini çözmek için laboratuara kapanmak, roman yazmak, sosyolojik bir araştırma yapmak, tiyatro oyununda oynamak şekillerinde tezahür edebilir. Yaratma becerisi olmasa da dönüştürme gücü açısından, sahibi olduğu şirketi bir numara yapmak, ülkeyi yönetmek, Avrupa'nın yarısını fethetmek de ölümü yenme çabasına yönelik bir "eser" ortaya koymak olarak görülebilir.

Ortaya çıkan eserin "tarihe atılmış bir imza olarak" kalacak olması bir yana, kişisel bağ açısından kendine dönük bir anlam yaratmak ancak ve ancak eseri yaratma süreciyle ilgilidir. O süreç dışında da yaratıcısını ilgilendirmez. Çünkü eser tamamlandığında hem yaratıcısına hem de alıcısına karşı "indifferent" durur: Kısaca, hayatın "indifferent" oluşundan kurtulmak için "indifferent" bir nesne ortaya koyarsınız. Bu icra, doğasının bu özelliğinden dolayı, kısa süreli ve geçicidir; süreç bitince eser "indifferent" olur. Bundan ötürü bu yöntemle anlam yaratma; sonu gelmeyen bir rahatlama ve boşluğa düşme döngüsünü getirir. Bilimadamı ya da sanatçı, yarattığı anlam kaçınılmaz olarak elinde parçalanmaya başlayınca yeni bir üretme sürecine girer.

Oysa bu ayaklardan ikincisi, bir başka özneyle anlam yaratmak yukarıda anılan ilk hale göre daha süreklidir. Bu sürekliliği sağlayan, karşımızda anlam yaratma ihtiyacı duyan bir başka öznenin bulunmasıdır. Bu bütün hadiseyi çetrefilli bir "ilişki" durumuna getirir. Çünkü anlam yaratma süreci bir eser ortaya koymak gibi dar ve tek yönlü bir çerçevede değil, bir başka "irade"nin eşit şekilde için işine girdiği, sonu -eser yaratımındaki ereksellikle kıyaslanamayacak kadar- belirsiz ve uzun vadeye yayılan bir etkileşim halidir. Bundan dolayıdır ki bir eser yaratma sürecinde esere kişilik vermeye kalkanlara, mesela "aslında yazdığım benimle konuşuyor" diyenlere inanmıyorum! Bu her ne kadar kendini keşfetme süreci olsa da, eser yaratıcısıyla konuşmaz; çünkü o "indifferent"tır!. Ortada yaratıcısıyla konuşan ve iletişime geçen bir parça varsa o da yaratıcının kendinde olan ve henüz adlandıramadığı bir kısmıdır, eser değil. Çünkü anlam yaratma sürecinin ürünü, yaratıcısının canlı ya da ölü, Ahmet ya da Mehmet, kabız ya da ishal olmasını önemsemez. O, aynen evren gibi, kendi başına ayaktadır ve yaratıcısıyla ilişkili olmayan başka öznelerin ona ulaşması durumunda onların anlam yaratma süreçlerine katılır. Fakat her halükarda "indifferent" varlığını korur. (Hazır yeri gelmişken; daha önce çeşitli arkadaşlarımla yaptığım bir tartışma geldi aklıma. Bir sanatçının kişiliği onun eseriyle kuracağımız ilişkiyi belirler mi? Buna benim verdiğim yanıt "Hayır" idi ve hala bunun arkasındayım. Çünkü bilimadamının ya da sanatçının kişiliği, anlam yaratmanın ilk ayağını -yani ürünü- ilgilendirmez. Buunu yapmaya kalktığımız an ister istemez ikinci tür anlam yaratmaya, özneyle etkileşmeye gireriz. Bunun da o eserle alakası yoktur.)

Zira eserin iradesizliği ilk ayağın ana teması iken, ikincide öteki-öznenin iradesi vardır. İradelerin "indifferent" oluşları arasında bir geçişkenlik mümkün ise; bu eserin özneleşmesiyle değil, öznenin "indifferent" hale gelmesiyle mümkün olabilir. Sözgelimi Leyla ile Mecnun hikayesinde, Mecnun'un çöllere düşüp Leyla'dan geçmesi ve onu tanımaması; Mecnun'un iki öznenin işin içinde olduğu bir anlam sürecini yukarıda andığım ilk yönteme çevirmiş olması demektir. Leyla'nın "irade"sini düzleştirerek Leyla'yı nesneleştirmiş ve onun anlam yaratma sürecindeki etkileşim becerisini iptal ederek aşkını bir "eser" haline getirmiştir.

Bu durum, aşk / çocuk / dostlukla, yani bir diğer özneyle birlikte anlam yaratma çabasının en büyük rizikolarından birisidir. Karşımızdakinin iradi desteğini alamadığımız durumda onu nesneleştirip, eylemsiz ve etkisiz bir şekilde (aynen defter arasına konulan gül yaprağı gibi) saklarız. Bu şekilde içinde bulunduğumuz o koskoca anlamsız evrene karşı yaptığımız mücadeleyi asla kaybetmeyeceğimiz, "anlam"ı koruyacağımızı zannederiz. Bundan dolayı ister aşk ister dostluk olsun, her ilişki bir diğer öznenin tanımlanması ve vakumlanarak saklanması tehlikesini barındırır.

Öteki-öznenin anlam yaratma isteği ile uyuşma olduğu durumlarda iki özne birbirlerine karşı "indifferent" değillerdir. Etki ve tepki, bir eseri yaratma sürecinde yaratılabilecek anlama göre hareketli, değişken ve belirsizdir. Bir eser, "sonsuza kadar kalma" iddiasıyla özel bir doyum sağlıyorsa; bir özneyle anlam yaratmak da iradelerarası uyumluluğun doyumunu, bir başkasıyla bütünleşmenin keyfini yaratır. Bu bütünleşme, gündelik ikincil ilişkilerden ne kadar farklı ve yoğun ise uyumluluk ve anlam yaratma da o kadar kuvvetli olur. Bir anne ile çocuğun ya da iki sevgilinin beraber vakit geçirmekten aldıkları keyif buna örnek olarak verilebilir. Ancak eğer bu iki özneden birisi evrenin kendisi gibi "indifferent" davranıyorsa, böyle bir anlam yaratmaya dair sorunlar baş gösterecek demektir. Yani öteki-öznenin orada olmasıyla olmaması, Ahme ya da Mehmet olması, kabız ya da ishal olması arasında bir fark yokmuş gibi davranıyorsa bu bütünleşme bozulur.

Her şeyden önce burada kastedilen uyumluluk , her konuda anlaşmak ve iyi geçinmek değil; iki öznenin birbirlerine "bulaşma" isteklerinin olmasıdır. Sözgelimi büyük kavgalar da, her iki taraf da kavga etme isteği duyacak kadar birbirlerine bulaşmışlarsa, aynı uyumluluk içinde değerlendirilebilirler. Fakat taraflardan birisi kavga etmeye yönelmişken, diğeri buna karşı tepki vermiyorsa -yani "indifferent" kalıyorsa- bir başka özneyle anlam yaratma çabası yıkılmış, boşa çıkmış demektir. Taraflardan birisinin "indifferent" tavrı kronik bir hal alırsa ortak bir anlam yaratma imkansızlaşır ve diğer özneye ya "indifferent" olanı nesneleştirmek, ya kendini de "indifferent" hale getirmek, ya da bu durumu külliyen reddedip "bulaşma"sının (angajman) son hamlesini yaparak o ilişkiden çıkmak dışında fazla seçenek kalmaz. Çünkü artık muhatabı yoktur ve koskoca bir tepkisizlik boşluğuyla karşı karşıyadır.

Kubrick söyleşinin en sonunda şöyle diyor: "Karanlığın büyüklüğüne karşın, kendi ışığımızı sağlamalıyız."

Bu sözü gerçekleştirmek için yukarıdaki iki yöntemin hangisini, ne kadar kullanacağımızı ve bunu nasıl sağlayacağımızı bulmak gerçekten de kelimenin tam anlamıyla bize mi düşüyor? Dışsal gelişmeler? Bilinçdışı tercihlerimiz? Ortak anlam yaratmada bir başkasının iradesi? Şans? Gerçekten de kendi ışığımızı kendimiz sağlayabilir miyiz, yoksa bu konuda sınırlı bir çaba göstermekten başka elimizden birşey gelmez mi?

Hani burada Kubrick'ten yanıtını alamayacağımız tek soru da bu olurdu sanırım.

Tefekkür ve tevekkül?



-----------
(İlker Canikligil'e bu söyleşiyi Facebook profiline koyduğu için teşekkür ederim)

Playboy: “If life is so purposeless, do you feel it’s worth living?”

Stanley Kubrick: “Yes for those who manage somehow to cope with our mortality. The very meaninglessness of life forces man to create his own meaning. Children, of course, begin life with an untarnished sense of wonder, a capacity to experience total joy at something as simple as greenness of a leaf, but as they grow older, the awareness of death and decay begins to impinge on their consciousness and subtly erode thier joie de vivre, their idealism - and their assumption of immortality. As a child matures, he sees death and pain everywhere about him and begins to lose faith in ultimate goodness of man. But if he’s reasonably strong - and lucky - he can emerge from this twilight of the soul into a rebirth of life’s elan. He can forge a fresh sense of purpose and affirmation. He may not recapture the pure sense of wonder he was born with, but he can shape something far more enduring and sustaining. The most terrifying fact about the universe is not that it’s hostile but that it is indifferent; but if we can come to terms with this indifference and accept the challanges of life within the boundaries of death - however mutable man may be able to make them - our existence as a species can have genuine meaning and fulfillment. However vast the darkness, we must supply our own light.”
-----------

Hiç yorum yok: