Rıhtım Alkolikleri

Sokak alkolikleri Kadıköy’ün gülleridir!

Yeminle başka bir yerde bu kadar terbiyeli sokak insanları görmedim. Hani gelecekte biri kafayı çizer de falçata sallar o ayrı mesele. Ancak onları Taksim’in sokak ayyaşlarından ayırt eden özellik tuhaf bir çizgiye sahip olmalarıdır. Sözgelimi, Yalçın takım elbiseyle, yanı başında radyo, Martı Birahanesi’nin önünde yatar kimi zaman. Ya da Mehmet vardır…

Genelde takıldığı spor tarzın aksine o akşam takım elbiseliydi Mehmet. Kaldığı bahçenin önündeki boyacının yanına oturmuş çay içiyordu, beni fark etmedi bile.

“Mehmet naber?” dedim. Yerin yedi kat altına gömdüğü gözlerini çıkarıp bana baktı ve gülümseyerek:

“Vay abi!” dedi, ardından tiyatrosunu oynamaya koyuldu:

“Pek iyi değil abi ya. Sinyalizasyon durumları sakat, beş kuruş yok cepte! Baksana çay içiyorum” dedi.

“Çay iyidir oğlum” dedim, “Her zaman alkol olmaz, yorar bünyeyi…”

Ellerini tuttu yere paralel:

“Abi ya” dedi, “Kriz geliyor içmeyince!”

Ellerine baktım. Ben o şekil tutsam ellerimi, yeminle daha fazla titrerdi.

“Abim bir bira parası verir bana!” Sarıdan kahverengiye dönen dişleri kamaşıyordu. Çıkarıp iki lira verdim:

“Bir bira alırsın”

Mehmet gerçekten ilginç bir tiptir, sokak adamı gibi gözükmez. Araştırın Google’dan Christopher Marlowe’u, karşısına çıkan ilk resimdeki adam Mehmet’tir. Uzun saçlar, tuhaf ince bir top sakal, acıklı bakışlar…

Kimi zaman kankası Veysel’le kavga ederken yakalarım onu. Bu Veysel’e bağırır:

“Lan amına koyayım senin! İbnenin tekisin sen! Sikik herif!”

Veysel sesini çıkarmadan yoldan geçenlere bakar. Ben de geçerim, o vakitlerde hiç konuşmam. Karı koca kavgası arasına girmek istemeyen pısmış bir karakter olarak, beni Eminönü’ne götürecek motora doğru yürürüm.

Mehmet’i çay içerken yakaladığımda Veysel hapisteydi. Güya birisi kimliğini çalıp naylon fatura düzenlemiş. Ama gerçekte ne olduğu kimse bilemez! Böyle bir uzlaşmaları vardır, söylenenden asla emin olamazsın. Mesela Mehmet de hapse girmiş; Samsun’da nasıl yattığını anlatmıştı bir vakit. Bahariye’de bir bankta uyurken ona sataşan zengin velede cebindeki 7.45’lik ile karşılık vermiş. İçlerinden biri yaralanmış. Bunu da bir şekilde derdest etmişler. Hapse girişini anlatırken, daha önce yaptığı Kadıköy-Topkapı hattı halk otobüsü muavinliğini özlemle anıyordu:

“Abi bir zamanlar çalışıyordum valla!”

Silah hikayesine ise ancak bir gece kolu kanlar içindeyken inandım. Veysel’le birlikte bana beraber takılmaya söz verdirttiği bir arka bahçe vardı. Onların sığınağıydı burası. Veysel’in hapiste olduğu bir vakit Mustafa’nın dükkanına bira almaya gidiyordum. Mehmet’in ceketi sıyrılmış, kolu kana bulanmıştı. Çizik çizik koluna kendisinin işkence ettiği belliydi. Köşedeki eczanenin sahibi onu ikna etmeye çalışırken geldim ben.

“Amirim” dedi, “Amirim sen beni bilirsin!”

Eczacı bana baktı. Küpeli ama bıyıklı bir adamdan polis amiri olup olmayacağını tarttı önce. Ardından ben sesimi çıkarmayınca ikna olmuş gibi:

“Gel şu kolunu halledelim” dedi.

Mehmet titrer halde arka bahçesinde konakladıkları kokoreççiyi gösteriyordu:

“Abi, onların kazanlarını çalmışım! Amirim sen beni bilirsin, dokunur bana böyle iftiralar!”

Mehmet, ayakta duramıyordu ama kendisini çizmişti. Çalıp sattığı iddia edilen bir kazan uğruna. Üç beş metre öteden olayı izleyen kokoreççi Mehmet’in “amirim” bağırışları üzerine dükkanına yöneldi. Elemanları içeriden bizi izliyorlardı.
“Amir” miydim? Bu hoşuma gitmiş miydi? İnsanların korktukları bir varlık olmak, iktidarın en görünür halidir. Evet, hoşuma gitti! Mehmet ya dumanlı kafasından dolayı ya da tamamen bir dram çevirmek adına beni “amir” ilan etmişti. Evet, bir gizli polistim . Arada sırada kokoreç aldığım adamın bana bakışı değişmişti, tanımadığım eczacının bakışı değişmişti.

“Biliyorum seni Mehmet” dedim, “şimdi gir içeriye de adam pansuman yapsın! Bir daha da kendini böyle durduk yere çizme!”

Elimle, öylesine güven telkin etmek için, hafifçe beline vurduğumda elime bir metal çarptı: Bir silahtı! Mehmet silahlı olduğunu anladığımı fark edince:

“Abi valla bir arkadaşın emaneti” dedi.

Dönüp uzaktan bizi izleyen kokoreççiye baktım; gerçekten şanslı hergeleydi!

“Geç içeri” dedim, “geç de pansuman yapsınlar, kolun kanıyor!”

Eczacıyla beraber içeri girerken son lafımı ettim ardından:

“Bir daha yapma be Mehmet!”

Onlar her yeri aydınlık eczaneye gömülürlerken ben de Mustafa’ya doğru yürümeye başladım. Mehmet silahlıydı. Korktuğu için mi sıkmamıştı? O Marlowe kılıklı genç, deli ayyaş, çorba kazanını çaldığını iddia eden kokoreççiye öfkelendiği için kendisini kesmişti. Belinde silah olduğu halde, daha önce yaptığını yapmamak için mi eli oraya gitmemişti?

Mustafa her zamanki gibi gülerek karşıladı beni:

“Selam Harun baba!”
“Selam Mustafa abi!
“Nasılsın?"
“Bilmiyorum! Nasıl olduğumu bilmiyorum, ama bir büyük rakı istiyorum…”