Bu gayriresmi bir tekziptir

Ben Yaman Sert.
Herşeyden önce kendimi tanıtarak başlamak istedim. Öyle ki bu satırları okuyacak olan sizler, benimle bu blogu yazan hergeleyi karıştırmayın. Kendisini tanımasına yıllardır tanırım. Fakat ne yalan söyleyeyim bu kadar adileşeceğini tahmin etmezdim.
Sanal dünyayla aram pek iyi değildir. Ancak geçen gün Google'da adımı aratmaya kalkınca (onu da bu hergeleden öğrendim) blogla karşılaştım ve gözlerime inanamadım. Bugün beni rakı balık sofrasına çağırınca bu durumu fırsat bildim. O sızdıktan sonra bloga bir daha bakayım dedim. Şansıma şifresi yazılı duruyordu.
Herşeyden önce benim yazdığım bir şiiri izin almadan yazılarından birine koymuş. Bununla da kalmamış, hakkımda "şerefsiz" türünden mesnetsiz ifadeler kullanmış. Öte yandan sebebini tam bilmiyorum ama benimle tanışmak isteyen birileri yüzünden beni öldürmek istiyormuş filan. "Köteklik derecesinde şerefsiz" ifadesi en acı hakarettir benim için. Yazdığım şiirlerde bir nükte olarak kullandığım bir sıfatın bu şekilde dönmesini istemezdim.
İş bununla kalsa yine iyi. Son eklemelerinden birinde, güya 20 yaşında yazdığı bir öyküde adım geçiyor; üstelik bir hayalmişim, öykü karakteriymişim gibi! Oysa onunla üniversitede tanıştığımda benden 3 yaş küçük (hala da öyle), taşradan gelmiş, kırılgan, safoğlan veledin tekiydi. Sanırım bana çok özendi ve kendisini benimle çok özdeşleştirdi. Arzu eden olursa bu hikayeyi de bilahare anlatırım. Sanırım bana olan garezi, sayesinde tanıştığım yayınevi sahibiyle daha iyi anlaşmam ve yayınevinden çıkan "Kıllanma Kılavuzu" isimli kitabımda kendisine "yeteneksiz yazar" dememden kaynaklanıyor. Gelin görün ki kadınlar hakkında yazdığı kitap ipe sapa gelmez saptamalarla dolu bir çöplük! Öykü kitabındakiler ise; karakterlerin gayet sığ ve inandırıcılıktan yoksun olduğu bir takım abuk sabuk olaylar silsilelerinden ibaret, hissiz öykülerden başka bir şey değil. Bunları yüzüne de söyledim ama o benim arkamdan iş çevirmeyi kafasına koymuş bir kere.
Netice itibariyle, yukarıda da belirttiğim üzere şifresi yazılı olduğu için bu gayriresmi tekzibi yazabiliyorum. Onca yıllık tanışıklığımızın hatrına dava açmayacağım ama buraya erişim şifresini değiştireceğim. Bu sayede yazılarını okuyan üç beş arkadaşına da (ki gerçekten de "Blogumu okudun mu?" diye zorladığı üç beş bedbahttan başkası da okumuyordur bu salak yazıları) rezil olsun da anyayı konyayı anlasın ve gerçek insanları kendi çarpık zihninin bir ürünü gibi göstermeyi bıraksın. Aklı başına gelene kadar buraya yazı ekleyemeyeceğini garanti ediyorum.
Sözün özü, ben gerçeğim, hayal ürünü bir karakter değil! Bunu h.i.ç mahlaslı kişinin yazdıklarını okuyan insanlara duyurmak isterim.
Saygılar,
Yaman Sert

Yanan Geminin Malları 1

Arada bilgisayardaki eski dosyaları karıştırmak gerçekten de faydalı oluyormuş. Az önce, uzun zamandır bakmadığım –neredeyse varlıklarını unuttuğum- iki öykü buldum. 20 yaşındaymışım Kırmızı Lahana Rakısı’nı yazdığımda. Gecenin Kör Gözü ise, ondan 2 yıl sonra delirdiğim bir geceden iki üç hafta sonra cesaret bulup kalemi elime aldığımda çıkan ilk yazıydı.

Mart 1996’nın bir gece vakti, bedenim aklımın kontrolünden çıkıvermişti.

Ankara 100.Yıl Sitesi’ndeki 184 nolu beş katlı apartmandan elli metre ileride bulunan, etrafı çalı çırpıyla çevrili dörtyüz metrekarelik boş alanda bir ateş yakmıştım. Bit pazarından alıp bir kez bile olsun yıkamadan üstüme geçiriverdiğim fitilli kadife ceketin yakalarını kaldırıp içine gömülmüştüm. Bir adım önümde ara ara harlanan ateşin hararetine karşın üşüyordum.

Sigaranın ucu ateşte, aynen o büyük dalgaların müsebbibi olan kağıtlar gibi, çabucak kızarıverdi. Aceleyle birkaç nefes çektim: Gençliğimin düşleri, kabusları, gözyaşları, kahkahaları nihayet bir işe yaramış tek dal sigaramı yakmışlardı ya; muhtemelen başka da bir işe yaramazlardı.

Oysa o kağıt tomarını oraya kadar taşımak, en az onları derleyip toparlamak kadar güç olmuştu. Bir kucak dolusu şiir, öykü ve deneme… Yazmak, insanı zayıflatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Yazmak, gerçekten tehlikeliydi! İnsanın kendi yarattığı bir suretler dünyasına dalıp, arada sırada başını ve yüreğini gerçek dünyaya çıkarınca acı çekmemesi imkansızdı. Çünkü hayalperest, gerçek dünya denilen viranenin kuralları yerine, kendi yarattığı dünya dışında geçmeyen bir akçeyle alışveriş yapmayı dener. Sonuç her zaman hüsrandır.

Kendimi cezalandırıyordum.

Ateşin başında kendimi cezalandırıyordum.

Aslında çoktan benden çıkmış olan şiir ve öyküleri yakarak yapıyordum bunu. Cesaretim bu kadardı, kendimi yakamamıştım.

“Salaksın lan sen!” demiştim kendime ateşin başında, “Aptalın önde gidenisin! Aşık olduğun kadın en yakın arkadaşınla düzüştü. Olacağı da buydu, başka ne bekliyordun ki! Neden sen de sikip atmak için yaklaşamıyorsun? Aptal aşıkları istemiyor insanlar, bunu hala anlayamadın mı!”

Sanırım, insanların zor elde edecekleri sevgi peşinde koşmalarının marjinal faydayla ve ölüm korkusunu özel bir durumu başararak yenme isteğiyle alakalı olduğuna o zaman karar vermiştim. Kolay elde edilen, zaten hazırda olan sevgi; insana acizliğini unutturacak kadar özel hissettirmiyordu. Çünkü, ben de bunu yapıyordum. Çok özel ve nadir bir denge durumu (tahterevallinin uçlarına değil de beraberce ortasına oturulduğu durumlar) dışında, kim ne derse desin, bunun aksini ispatlayan bir örnekle karşılaşmadım. İnsan evladı ne kadar yaşamda daha fazlasını ele geçirme hırsına sahip olması açısından akıllıysa, bir o kadar da hayatını bu mücadelede kaybetmesinden dolayı hödüktür.

O kadınla yıllar sonra Beşiktaş’ta karşılaştım. Numarasını verdi, yazmadım.

“Aklında tutabilecek misin?” diye sordu.

“Tutarım” dedim yüzüne bakıp.

Aklımda tut(a)madım.

Kırmızı Lahana Rakısı, o yangının öncesinden kalan –bildiğim- yegane öyküdür; ötekisi ise bir kırgınlıkla gelen aydınlanmanın küllerinden doğan ilk öykü. Şimdi her ikisi de, aşağıda, kayıtsızlıkla duruyorlar, yangını gülümseyerek hatırlamak ve tatlı bir çocukluk anısı olarak kabul etmek ise bana düşüyor.

Yanan Geminin Malları 2

Kırmızı Lahana Rakısı

Sarı sokak ışıklarının su birikintileriyle oynaştığı caddede ilerliyordum. Tabelada Mavi Göl Caddesi yazması içimi biraz da olsa rahatlatmıştı. Yolu tarif eden adamın söyledikleri göz önüne alınırsa doğru yoldaydım. Alaca Gece Kulübüne yaklaşmış olmalıydım. Geçmişin izlerini sürüyordum. O zamanların rüyaları ve yeni bir şehirdeki eski sevgili... Titremeye başlamama neden olan şey ıslak, üşümüş ve yorgun olmamın yanı sıra yılların üzerime dökmüş oldukları asfalt bıkkınlıktı. Ağırlığı ve kurtulunamaz oluşunun yanında her gün üzerinden uzaklara giden binlerce aracın verdiği sancıyla daha da batan bu yol.

Sonunda parlak ve ihtişamlı dünyasıyla kulüp dikildi sağ yanıma. Rütbeleri sökülmüş bir generali andıran kapıcı, beni şöyle bir süzdü. Tebessüm etmeye çalıştım, pek gerçekmiş gibi olmadı. Ben de tebessümümü geri aldım. Kapıyı büyük bir külfetmişcesine açtı. Çok mu sefil görünüyordum acaba? İçeri girip holü boydan boya geçen bordo halının üzerinde ilerledim. Holün sonundaki boy aynasıyla göz göze gelmekten kaçınarak sola döndüm ve merdivenlerden inmeye başladım.

Gürültü ve sigara dumanı... Vestiyer zorla paltomu aldı ve elime, bana hiçbir anlam ifade etmeyen bir fiş tutuşturdu: 42. İlkokula kaydıma hatırladım: Babam elimden tutarak, adının sonradan okul olduğunu öğrendiğim karanlık ve izbe bir binaya götürmüştü beni. Orada da bir numara yapıştırmışlardı bana ve ondan sonra hep o numarayla çağrılmıştım. Herşey devamlı numaralandırılıyordu, şimdi sahip olduğum tüm numaraların yanında, geçici olarak 42’ydim.

Bir yarmanın “içeri buyrun” demesiyle tüm çağrışımlardan çıkıp içeriye girdim. Sağlı sollu masalarda insanlar kül tablalarına işkence yapıyorlar, açıkça söyleyemedikleri ve asla söyleyemecekleri cinsel sapkınlıklarını kadeh ve bardaklar üzerinde tatmin ediyorlardı. Sağdan ikinci masadaki bir küllük bu işkencelere daha fazla dayanamayıp kendini yere attı ve binlerce parçaya ayrıldı. Üzüldüm ama yapacak bir şey yoktu. İnsanlar bunun için para veriyorlardı.

Usulca yaklaşan pembe yelekli yer göstericiyi farkettim. Kemerli bir burnu ve sinsice parlayan bir çift gözü vardı. İyice sokuldu, kulağıma doğru eğilerek:

“Kara büyülü ülkenin başkenti neresidir?” diye sordu.
“Sessiz vadi” dedim kısa bir duraklamadan sonra.

Başını “tamam” anlamında salladı ve bana masamı göstermek üzere yola koyuldu. Benim için kolay bir soruydu ve bu cevapla en öndeki masalardan birini haketmiştim doğrusu.

Önden ikinci masada durdu:
“Şöyle buyurun”
“Böyle bir cevabın hakkı bu mu yani!?”
“Üzgümün ama puanlama konusunda sıkı kurallarımız vardır”

Niçin itiraz ediyordum ki! Bu masa da pek fena sayılmazdı. Garson geldi; bir kadeh eflatun ısmarladım, ardından sıcak sonbahar kahverengisi ve çivit mavisi... Aslında kırkını aşmış birisi sıcak ve cırtlak renkler konusunda dikkatli olmalıydı ama kendimi, tüm bunların ardından, civciv sarısı ısmarlamaktan alıkoyamadım. Daha sonra ise, sahnedeki üçüncü sınıf şarkıcının gırtlağını parçalarcasına debelenişi beni bir gökkuşağı kokteyli almaya zorladı. Ardından sahnede bir adam belirdi:

“Şimdi karşınızda Arabesk-caz’ın billur sesi Gül Okay!”

Bu adı duymayalı o kadar çok zaman olmuştu ki! Beş yıllık bir ilişkinin Rüzgar Koyu’nda bitmesinden bu yana geçen yıllar...

Sahneye çıktı. Üzerinde adına yakışan kırmızı, yarım yırtmaçlı bir elbise vardı. Açık omuzlarına dökülen kumral saçlarının arasındaki yüzü ay gibi parlıyordu. Hiç yaşlanmamıştı sanki. Aksine gençleşmiş görünüyordu. Oysa ben kırlaşmaya çok önceleri başlamış saçlarım ve yüzümdeki vadileri saklayamıyordum. İspanya’dan kalkıp, Güney Amerika’ya Azteklerin altın şehirlerini yağmalamaya giden uygar korsanlara benziyordum.

İlk olarak “Samanlıktan doğaçlamalar”ı söyledi. Sonra “Sabah ezanına kadar seviş benimle” ve “Adana’da sonbahar”...Bir zamanlar bizim şarkımız olan “Bu türküm senin için bebeğim”i söylemeye başladığında ise neredeyse heyecandan ölecektim. Aklım o kadar eskilere gitti ki sonraki şarkılarını dinleyemedim. O seyirciyi selamlayıp gözden kaybolurken, ben de masamdaki kırıntıları bitirdim. Beni görmemişti. Hızla hesabı ödeyip, yılların eskitemediği tek şey olan (tabii ayıkken) çevikliğimle masadan fırladım. Biraz başım döndü ama kulis kapısına kadar rahatlıkla ilerledim. Tam kapıyı açacaktım ki iri kıyım bir herif beni engelledi:

“Ne aramıştınız?!”
Ne kadar çok iri yarı herif vardı burada allahaşkına!
“Gül ile görüşecektim...”
“Ne yapacaksınız Gül hanımı!?”

Ne yapabilirdim Gül hanımı! Yirmi sene önce beraber olmuş, birlikte yaşamıştık. Bir arkadaşımın araştırması sonucu Gül Okay’ın burada sahne aldığını öğrenmiş ve yıllar önce cesaret edemediğim şeyi şimdi yapmaya çalışıyordum. Gül hanımı ne yapabilirdim ki!

“Üvey abisiyim” dedim bana anlattığı bir anıdan yola çıkarak.

Bir kontrole gerek duymadan önümden çekildi, kapıyı açtı.

Sağa sola koşuşturan bir kaç insanın aralarından geçtim. Beni umursamıyorlardı bile. İçlerinden birini durdurup Gül’ün odasını sordum. “İleride soldan ikinci kapı” idi. İlerlerken kalp atışlarım hızlanmış, titremeye başlamıştım.

Kapının önünde durdum, derin bir nefes aldım ve kapıyı tıklattım.

“Girin” diyen ince ve nazik tını kulak zarımı titretiyordu. Hafif bir gıcırtı... O karşımdaydı; arkası dönük ve aynayla irtibat halinde:

“Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi.

Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Beni tanımamış mıydı?! Alabildiğince ölgün: “Gül!” diyebildim.

“Sizinle daha önce tanışmış mıydık? Ne istiyorsunuz!”
“...”
“Ejjderr!”
“Sus! Yoksa seni vurmak zorunda kalacağım!”

38’lik Smith-Wesson’umu çoktan üzerine doğrultmuştum. Zar zor toparlandım:

“Şüphesiz ona çok benziyorsun. Ancak bu benzerlik...bu...ya isim!...”
“Anneme çok benzerim. Sahnede ise onun adını kullanıyorum”

Sesindeki korku ve merak odadaki elektriklenmeyi kamçıladı. Ben ne yapıyordum allahaşkına! Silahı ona doğrultmaktan büyük bir utanç duydum. Ellerim terlemeye başlamıştı. İçimde ılık bir titreme hissettim. Başım dalgalanıyordu, hastalanmadan önce hep böyle olurdu.

“Düşman değilim. Eğer bağırmayacağına söz verirsen, tabancamı yerine koyacağım. Tamam!”
“Tamam, ama kimsiniz ve ne istiyorsunuz!”

Tabancamı yerine koyarken çatılmış yüzüyle karşılaştım. Soru işaretine dönüşmüş kaşları, altlarında bilinmeyen bir evrene açılan gözlerini daha da hiddetlendiriyor ve neredeyse onları tabancamdan daha öldürücü bir silah haline getiriyordu.

“Peki annen nerede?”
“Şehir mezarlığında! O, iki yıl önce öldü!”

Birden bir alev yumağı boğazıma dolandı. Dünya küçük parçalara ayrılmış, ayağımın altından kayıyor, bana da üzerinde duracak yer bırakmıyordu. Aşağıya doğru düşüyordum. Herşey gözlerimin önünden kayarken, ılık bir akımın başımdan aşağıya doğru döküldüğünü ve ilerlerken de ısındığını duyumsadım. Ayak bileklerime gelince dayanılmaz bir hal aldı bu yanma. Ayak tabanlarım yanmaya başladı, sonra birden bir parlama oldu ve ateş tüm vücuduma yayıldı. Dalga dalga yanıyordum. Ani bir ürpertiyle alevler yine boğazıma toplandı. Düğüm yutkundukça büyüyordu.

“İyi misiniz?” dediği sırada bir çift el bana dokunuyordu.
Sağ elini alnıma götürdü:
“Yanıyorsunuz! Şöyle oturmaz mısınız? Bir bardak su için...”

Su biraz olsun kendime gelmemi sağlamıştı. Titreşmeler gitgide azalıyor görüntüler tek ve keskin çizgilerine geri kavuşuyorlardı.

“Su için teşekkür ederim. Adım Yaman Sert”

*** *** ***
Kulübün kapısından birlikte çıktık. O ana kadar geçen sürede neler olup bittiğini doğru dürüst hatırlayamıyordum. Islak insanların izlerine bakıyordum, genç Gül koluma girmişti ve devamlı konuşuyordu. Durmayan, usanmayan bir mitralyöz gibiydi çenesi. Fakat yaralamıyor, öldürmüyor; sadece insana garip bir boşlukta, durmadan akan bir şehirde durmadan akan bir nehrin yanı başındaymış, gibi hissettiriyordu.

“Annem sizden çok bahsederdi”
“...”
“Şu anda ne işle uğraşıyorsunuz?”
“Ben bir özel detektifim. Daha doğrusu mesleğinin sonlarında, yaşlı bir detektif!”
“Yaşlılık!...Zamanın rüzgarında solup gitmek ve bilinmez bir yere sararmış olarak düşmek...”
“Ölüler mordur güzelim!”
“Gene de yaşlanmayı hiç istemiyorum. Ayrıca siz de yaşlı sayılmazsınız”

Ona yaşlı olduğumu nasıl anlatabilirdim. Evet, yaşlıydım; hem de saymaya cesaret edemeyeceğim kadar! Vücudumun herhangi bir yerinde örselenmemiş, yıpranmamış alan kalmamıştı. Her hücrem fazladan ağırlıktı artık ve bana gençliğimi geri getirebilecek ab-ı hayatın varlığına inanmıyordum.

Bir taksiye bindik. Birşeyler mırıldandı, evine gidiyorduk. Bunu bir yerlerde kaçırmış olmalıydım. Arabanın loşlaşmış yorgunluğunu imleyen, yanıp yanmamakta kararsız mavi lambalar tam arkamızda gecenin diğer yolcularıyla yaptıkları gibi bizimle de dertleşmek istiyorlardı. Biz de diğer yolcuların yaptıkları gibi, kendi dertlerimizi ve kurgularımızı yüklemişlikten dolayı, onların bu isteklerini ısrarla geri çeviriyorduk. Benzer mavi lambalar yıllar önce eski genç Gül ve genç benim üzerimde raksetmişlerdi, şimdi ise yeni genç Gül ve yaşlı ben vardık...

Araba iki aynı at kestanesi ağaçlarıyla örülü bir sokakta durdu. Elimi cüzdanıma atmaya fırsat kalmadan Gül-ya da adı herneyse- parayı çoktan vermişti.

Önünde durduğumuz apartman, eski ihtişamıyla olmasa bile, bilgeliği ve gün görmüşlüğüyle yukarıdan bakıyordu bize. Yabancılara karşı tamamen kayıtsızdı, aslında herşeye karşı kayıtsızdı. Çökene kadar tüm sırları içinde tutmaya kararlı ve kesinlikle burada...

Kız döndü:
“Hadi gel, hava iyice soğumuş”

Yaprakların arasından süzülen sokaklambasıışığı benden kaçtı, ben de içeri girdim. 40’ların ağulu esintisinin bizi karşılaması uzun sürmedi. Yeni zafiyet geçirmiş tırabzana tutunarak yukarı çıktık, ikinci kata... Kapıyı açtı: “Girsene”. Girdim.

Müziği gibi evinin dekorasyonu da arabesk-caz’dı. Bir yanda eski yüzyılın avangart ressamlarının eserlerinin kartabasılıkopyaları, öte yanda kilimler, minderler, taze kalaylı tepsiler...

“İçecek bir şey alır mısın?”
“Erik votkası var mı?”

İçki dolabına yöneldi. Güzel bir vücudu vardı: Uzun bacakları, ölçülü ve yuvarlak kalçaları, taş çatlasa 55-60 tutacak beli, güzel ve beyaz boynuna dökülen kumral dalgalı saçları...Nasıl oluyor da annesine bu kadar benzeyebiliyordu! Bu kadar güzel olma hakkını kim veriyordu ona?!

Elinde iki kadehle döndü yanıma: Benim erik votkam ve onun kırmızı lahana rakısı...Gül de en çok bunu severdi! Göz göze geldik:

“Annemin anlattığı kadar varmışsın”
“Nasıl yani?”
“Yakışıklı, çekici ve gizemli...”
“Yıllanmış çok fazla şeyi olan pis bir moruk!”
“Nereden çıkarıyorsun allasen böyle şeyleri!”

Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Votkamı bir dikişte bitirdim. O ise hala rakısıyla oynuyordu ve ela gözleri gözlerimden içeri yansıyor, garip bir şekilde enerji akışı sağlıyordu. Gözleri tüm beynimi doldurmuştu, sarhoş edici ve ayartıcı...

İlk hareketin kimden geldiğini ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama birden dudaklarımız birbirlerini buldu ve umutsuzca birşeyleri ararcasına öpüştük. Dili ağzımın içinde uzadıkça uzuyordu. Zor nefes almama rağmen, o an nefes almanın önemi bile kalmamıştı. Birbirimize dolanmış halde ayağa kalkıp, yatak odasına doğru sürüklendik. Göğüsleri kaburgalarımdan içeri girmişti, göğüs ucunun kalbime dokunuşunu hissediyordum, neredeyse onun atmasını önleyecek şekilde sarmalamıştı kalbimi. Önümdeki sertliği kasıklarının arasına bastırdım. Beyaz, narin boynuna doğru uzandım ve uzun uzun öptüm, öptüm...

*** *** ***

Uyandığımda yanı başımdaydı; çırılçıplak ve beyaz. Saat altıya yaklaşıyordu ve dışarıda yağmur vardı. Kaybettiğim şeyleri bulmuş muydum, yoksa kaybedecek yeni şeyler mi kazanmak üzereydim? Giyindim. Tüm duvarlar sessiz şahitler gibi çevrelemişlerdi etrafımızı. Hava bir türlü ağarmıyordu.

Bir not yazmalı mıydım? Ne yazacaktım ki! Onun yerine bir sigara yaktım; has be has Virginia-Karadeniz kırması... Bütün hayatım, ben bile, bunun gibi karışımlar üzerine kuruluydu. Harmanlana harmanlana geriye başlangıçtan hiçbir şey kalmamıştı.

Yatakta dönüşüyle üzerinden kayan yorganın ortaya çıkardı bacağı evden çıkmadan gördüğüm son şey oldu. Yağmur hala devam ediyordu. Issız ve ıslak sokaklar, yarı çıplak ağaçlar, yanıp sönen sarı trafik lambaları, çöpleri eşeleyen itler...Her şeyin bıraktığım şekilde devinmeye devam etmesinin beni tebessüm etmeye itmesi, onun bana aktardığı enerjinin hala bitmediğini gösteriyordu.

Trençkotumun yakalarını kaldırdım. Bir sigara daha yakıp, kaldırımları arşınlamaya başladım. Gerçek adını bile öğrenememiştim. Oysa ela gözlerinde hiç yabancı olmadığım hüznün ve burukluğun açtığı kapı bizi birbirimize benzetiyordu.

Eski bir dostumun sözü geldi aklıma:
“Muson yağmurları altında kalmış itler gibi hissediyorum”


Aralık 1994

Yanan Geminin Malları 3

GECENİN KÖR GÖZÜ

Merdivenleri birer ikişer, olanca hızımla çıkıyordum.

Binanın tozdan ve acıdan yıpranmış iç cephesiyle temas halinde, tam olarak bilemediğim, ama tüm hayatım boyunca bulanık akışlar halinde beynime girip çıkan ve bir araya getirebildiğim zerrecikleri darmadağın eden, mütecavize yaklaştığımı hissediyordum. Üzerimde silah olmaması beni tedirgin etmiyordu. “İşte herşeyimle buradayım” demek geçiyordu içimden, hatta haykırmak... Fakat kime? Kime kafa tuttuğumu bile bilmiyordum. Sanki o, yüzünü gizlemeyi her seferinde başarmış bir düşmandı; bir gölgeydi.

Son bir kaç basamağı çıkarken, kafamda çok eskilerde duyduğum bir melodi yankılanmaya başladı. Oysa ki sesin binadan bir yerlerden mi, yoksa bizzat, yıllarca derinlerde saklamak için olağanüstü çabalar harcadığım ve uğruna migren ağrılarına katlanmayı göze aldığım bir parçamdan mı geldiğinin ayırdına varamayacak kadar dengemi yitirmiştim.

Kapının karşısında durduğumda içim dışıma çıkmak üzereydi. Boktan bir sonbahar gecesi kan ter içinde bu kapının önünde oluşumu bile hiç zorlanmadan kabullenmiştim. Zaten bunu isteyen ben değil miydim! Onunla yüzleşmek için olanca gücüyle emek harcayan, kirli yatağına her yalnız ve sarhoş uzanışında binlerce kez ağlamaklı ve tehditkar yeminler eden...

Öte yandan gelen ağlama sesinden olsa gerek, bir anda aklım başıma geldi. Dışarıda akan bir hayat vardı. Ve her ne kadar hızımı yavaşlatsa da bunu hatırlamak, bana buruk bir mutluluk verdi. İnsanlar, arabalar, lüks lokantalar, ucuz meyhaneler, her sikik şey yerli yerindeydi. İnsanlar: İhtiyaç duydukları zamanlar dışında umurlarında bile olmadığım sözde dostlarım ve geri kalanlar… Onlar her zaman dışarıdaydılar: Topluca bir sinemada, yaşlı bir fahişenin pörsümüş bacakları arasında, telefonun öteki ucunda, yanı başımda.

Tepemdeki flüoresan bir yanıp bir sönüyordu. Sanki yüzyıllardır buradaydım. Buraya sıkıştırılmış, buraya hapsedilmiş.Tüm lambaların ortaklaşa intihar ettikleri an gerilip kapının kilidine tekme attım. Bir miktar parçalanma olmasına rağmen kapı açılmamıştı... Karanlık her zaman huzursuzluk vermişti bana. Bünyesinde barındırdığı kötülük tohumlarının yarattığı küçük çıtırtılar, önce yatakta nefesimi tutarak ortalığı dinlememe, sonra yatağımdan usulca kalkıp evdeki tüm ışıkları yakmama, bütün kapı arkalarını, koltuk altlarını, köşe bucak neresi varsa tedirginlik içinde araştırmama neden olurdu. En sonunda o kötülüğü aramaktan vazgeçip yarı sıcak yatağıma doğru ilerlerken, onun kaybolmadığını, oralarda bir yerlerde varlığını devam ettirdiğini ve başka bir gece beni yine rahatsız edeceğini bilirdim. Bu sefer de benzer bir durumla karşı karşıyaydım.

İkinci darbeyle kapı ardına kadar açıldı. Derinden gelen ağlama sesleri yerini mavi-siyah bir odaya bırakmıştı. Büyük ve bomboş oda, dolunayın getirdiği mavilikle yarım yamalak aydınlanıyordu. Bütün pencereler açıktı. Belirgin olarak görebildiğim, meltemin yumuşak gelgitlerle içeriye doğru savurup raks ettirdiği tül perdelerdi. Ağır ağır ilerlerken, her adımım giderek artan bir heyecan yükünü de beraberinde getiriyordu. Kendi etrafımda bir tur attım. Devam eden sessizlik sinirimi bozmaya başlamıştı.

Sol yanımda bir kapının olduğunu nedense geç fark ettim. Kapıya doğru ilerleyip, aralıktan ardını görmeye çalışmam, karanlıktan olsa gerek, işe yaramamıştı. Aralığı genişletip vücudumu içeri aldığımda buranın ilerideki bir kapıya bağlanan küçük bir hol olduğunu anladım. Kafam karıncalanıyor, bu ise sessizliği daha da susturup algılarımı bileme ihtiyacı hissettiriyordu. Duyduğum tek şeyi, kalbimin hafif aksak ritmini bile susturmak istiyordum.

Holün sonundaki odanın kapısının önündeydim. Tanrım, daha açmam gereken kaç kapı vardı? İçeriden sesler geliyordu. Kulağımı yaklaştırıp, kime ait olabileceği konusunda yorum yapılmasına izin vermeyecek kadar kısık ve anlaşılmaz, mırıldanmaları dinledim. Pür dikkat kesilmem de kar etmeyince usulca tokmağa uzandım.

Ardına kadar açılan kapının karşısında bir kadın duruyordu. Balkondaydı. Saçağın üzerindeydi. Eteği dalgalanıyordu. Yüzünü görmeliydim. Koştum. Kadın aşağıya doğru kaydı. Herşey o kadar çabuk olmuştu ki kendimi balkonda bulduğumda kadın orada yoktu. Aşağıya doğru eğildim. Yaklaşık 10-15 kat vardı. Kaldırıma yüzüstü yapışmış, kımıldamıyordu. Dışarısı mavi ve sarıydı.

Geriye dönüp ilerlerken arkamda kalan balkondan korna sesleri geliyordu. Onu yakalayamamıştım, düşmüştü.

Tam odadan çıkacaktım ki sağ tarafımda, zeminin üzerinde parlayan bir şey gördüm. Eğilip elime aldığımda onun bir fotoğraf olduğunu anladım. Elektrik anahtarını çevirip bir değişiklik olmadığını görünce çakmağımı çıkarıp onu aydınlattım. Eski bir fotoğraftı. Bir kadın ve kadının kucağında oturan, patlayan flaşın etkisiyle afallamış bir çocuk vardı, siyah-beyaz kartın üzerinde. Bir masanın arkasındaydılar. Kadın çapraz-yukarı doğru, bilinmeyen birisine belki de, bakıyordu. Üzerine tek bir mum oturtulmuş bir pasta vardı masanın üzerinde ve ona dokunmak üzere olan bıçağı tutuyordu çocuk, kadının eli kendi elini kavradığı halde. Belli ki çocuğun ilk doğum günüydü.

Çakmağı fotoğrafın sağ alt köşesine doğru yaklaştırdım. Önce bir kızarıklık, ardından büzüşme ve en sonunda kararan ve karardıkça alevlenen kart tamamen yanıncaya kadar bekledim orada. Yerdeki küllere bakarken neredeyse onlar kadar boş ve gri hale geldiğimi düşündüm. Sanki kadının kayışıyla birlikte bende de bir şeyler kaymış, bitmişti. Peki o zaman neden kendimi daha rahatlamış hissetmiyordum!

Kırdığım kapıdan dışarı adımımı atar atmaz, lambalar tekrardan yanmaya başladı. “Bir intihar değil, kısa bir uykuymuş bu” diye düşündüm; belki de kızgın ve endişeli bir kesinti... Kimin kazandığını bilmiyordum. Onu yenebilmiş miydim, yoksa elimden mi kaçırmıştım? Yine ummadığım bir anda, ansızın, karşıma çıkabilir miydi? Belki de bunları düşünmek yerine, sonucu zamanın ortaya çıkarmasını beklemek en iyisi olurdu. Çünkü, tüm bu koşuşturma beni yeteri kadar güçsüz bırakmaya yetmişti. Vücudumun her hangi bir yerinde aniden ortaya çıkıp çeperlerimi parçalarcasına zorlayan akımların yokluğunun tadını sonuna kadar çıkarmak niyetindeydim.

Binadan çıkıp caddeye karışırken herşeyin akmakta olduğunu gördüm. Çıkış kapısının sağ yanına birikmiş kalabalık, siren sesleri, kornalar, koskoca bir telaş hali.

Bir sigara yakıp, yürümeye başladım.


Mart 1996

Güneşin Dört Hali

"Madem öykü koyabiliyorum buraya, o zaman 10 yıl önce yazdığım ama muhafazakar yayıncının düzeltmek isteyince yayınlatmaktan vazgeçtiğim öyküyü ekleyeyim hacım"
"Ekle abi"
"Biraz uzun olacak ama..."
"Olsun abi! Okuyan okur, okumayan okumaz"
"Ya acaba biraz düzeltip mi ekleseydim buraya hacı ya?"
"Boşver abi be, bırak olduğu gibi kalsın. Bak Beat kuşağı 'bir yazıyı düzenlemek, hislerine ihanettir' diyordu."
"O da bir açıdan doğru da... Ne zaman senin lafına uysam başıma bir bela açıyorsun pek muhterem kendim!"
"Eee abi, insanın kendisi başka ne işe yarar ki!.."
"Bugün iyi anlaşıyoruz seninle!"
"Evet abi, sanırım biraz daha huzurlusun bugün. Ya da beni olduğum gibi kabullendin!"
"Ya bi siktir git! Git bana bir çay sigara iç hadi, ben de öyküyü ekleyeyim."
"Tamamdır abi."


GÜNEŞİN DÖRT HALİ

Sıcak bir Haziran akşamı, bu salaş birahanenin içinden yaz akşamının kalabalık sokağına teklifsizce yayılan kızartma kokusunu, istemeden de olsa, ciğerlerime çekiyordum. Birahanenin küçük bahçesinde gelen geçeni seyrederek bira keyfi yapmamı engelleyen tek terslik bu olmasa da, o an en rahatsız edici olanıydı.

Mutfağın hemen girişte olması yetmezmiş gibi, düzgün bir havalandırma yerine yağdan rengi dönmüş pencere sayesinde tüm koku sokağın kenarındaki masalarda dolaşıyor, oradan sokağı kat edip, genelde gri olan şehrin atmosferine belirsiz bir iz bırakmak üzere yükseliyordu.

Bu durumu çok fazla yadırgamıyordum aslında. Beş yıldır bu şehrin soluksuz griliği içinde yaşıyordum: İnsanları, binaları, havası ve kaldırım taşlarıyla şekilsiz, zevksiz ve kocaman bir çimento fabrikasının içinde debelenmekten farksızdı bu. Dolayısıyla Sakarya caddesindeki herhangi bir birahaneden yayılacak kızartma kokusu küçük rahatsızlıkların dışında kaygılandırmıyordu beni.

Ne zaman yanımdaki genç kadın hiç durmadan konuşmaya başladı, asıl çilemin yeni başladığını anladım. Açıkçası, orada olduğunu unutmuştum. Belki de olmamasını hayal ediyordum. En azından bir süre için küçük cüssesi bu işi kolaylaştırmıştı.

Tamamen tesadüftü karşılaşmamız. O an nerede ve kimin aracılığıyla tanıştığımı hatırlamadım kadıncağız, bir tanıdık yüz görmek ümidiyle uğradığım bu mekanda beni esir almış ve muhtemelen insanlık tarihinin başından bu yana yazılmış olan bütün savaş esirleri anlaşmalarınca hoş karşılanmayacak bir işkencenin içine sürüklemek üzereydi.

Kimin ya da neyin onu bu kadar öfkelendirdiğini bilmiyordum. Ancak bütün dünyayı yok etmek istercesine bir öfkeye ve konuşma arzusuna sahipti. Belki de bu isyan girişiminde ona katılıp, tüm dünyayı yok etmesine yardım edersem susmayı bırakır, -ben dahil- bütün dünya o eski huzurlu günlere geri dönerdi.

Kabul ediyorum, ben de çok sessiz, munis bir insan sayılmam. Ancak, böylesi gri bir akşamı kehribar sarısı, ıssız bir sarhoşlukla kutsamaya da hakkım vardı. En iyi seçeneğin, elimdeki birayı hemencecik bitirip kaçmak olduğu fikrine saplandım.

“...Ağbi, düşünebiliyor musun ya, ne kadar iğrenç bir şey!...”
“...Tüm erkekler böyle vallahi, akılları hep siklerinde!...”
“...Yaşadım ben bunu yaa!...”

Ancak nedense garsondan bir bira daha isteyip, bu kızın telaşsızlığın, daha doğrusu tüm dünyayla bilmediğimiz yeni koordinatlara doğru hiçbirimizin çizmediği eliptik bir yörüngeye bağlı kalarak gitmenin keyfini çıkarmama neden izin vermediğini düşündüm. O an tek istediğim dünyayla beraber saatte binlerce kilometre hız yapmanın verdiği baş dönmesini kısa bir süreliğine de olsa durdurmaktı. Ki yörüngede yolculuktan keyif almak ta bununla ilişikliydi zaten: Baş dönmesi, mide bulantısı ya da herhangi bir hareket hastalığı olmadan bu yolculuğu, en derinden, doyasıya tatmak! Bunun için de bulduğum yöntem durmadan içmekti. İçmenin, tersine bir dönüş silsilesi yaratarak bu etkiyi azalttığını ve bana arzu ettiğim keyfi verdiğini keşfetmiştim. Elbette arkadaşlarımın hepsi, bunun saçma bir saptama olduğunu düşünüyorlar ancak bunu dilleriyle ifade etmiyorlardı.

Kalktım.

Karşı masada oturan ve uzun süredir gözlerinde buruk bir kıpırtı sezdiğim kadının yanına gittim. Etraflıca süzmeye başladım onu. Kıvırcık uzun saçları, nereye akacağına karar verememiş bir nehri andırıyordu. Beyaz teninden dışarı yayılan salgılarını kokladım, çok hafif bir meltem gibi hissediyordum yüzündeki ayva tüylerini.

Yüzündeki her gözenekten hayat, oluk oluk, fışkırıyordu. Ne o, ne yanındakiler ve de dünya üzerindeki başka insanlar onun etrafa saçtığı ışımanın kokusunu alamıyorlardı benim gibi. Belki de bunu koklayamamaları herkesin hayrınaydı; o koltuk altlarından yayılan hafif ekşimsi östrojen artıklarının tek konuğun ben olduğum bir ziyafette önüme sunulması hoş bir ayrıcalık hissi yaratırdı kuşkusuz!

Uzun, desenli eteği ince bileklerinin hemen üstünde son buluyor, üstünü örttüğü güzelliklere dair her hangi bir ip ucu vermiyordu. Yanında diz çöküp ayak bileklerini okşamaya başladım. Yanındaki birkaç kişiyle hayatın kuru gürültüsü üzerine konuşmaya o kadar dalmıştı ki benim oradaki varlığım dikkatini çekmemişti.

Usulca eteğin altına süzüldüm.

Yeşil eteğin dışından gelen güneşinin son kalıntıları, bacaklarında tatlı yeşil-sarı gölge oyunlarına neden oluyordu. Yaz akşamının ağır düşüşüyle nemlenmiş bacaklarının arasında duyduğum koku, yukarı çıktıkça etkisini arttırıyor, neredeyse tüm dünyayla bağlantımı kesecek bir yoğunluğa ulaşıyordu.

Teninin üzerine süzülmek, her ne kadar ince danteller engel oluştursa da, zor olmadı. Teniyle temas ettikçe sıcaklığım artıyordu; onun da bacakları daha çok terliyor, ama buna benim neden olduğumu bilmiyordu.

İçine girdiğimde ılık bir rüzgardım. Birden bir ürperti sardı bedenini; titredi. Dışarıdan hafif hareket olarak görülebilecek titremesi, içeriye doğru ilerledikçe şiddetini arttırıyordu. Öyle ki, bana ulaştığında o silsile öyle kuvvetliydi ki sağa sola çarpmaya başladım. Her çarpmada hızım daha da artıyor, sıcaklık etkisini arttırıyordu. Çeperleri kasılıyor, neredeyse beni boğacak kadar daralıyordu; çok nadir olarak ta, kaçmam için fırsat tanırcasına, açılıyordu. Ne var ki onun bu belirleyiciliğine karşı çıkma gibi bir eyleme kalkışmak için kendimde güç bulamıyordum. Her ne kadar “oyunun kurallarını ben belirlerim” fikrini inanmaya gayret etsem de, aslında bütün güç onun elindeydi: Bizi o yönetiyordu!

Bacaklarının sımsıkı kapandığını hissettim. Buna rağmen, tuzağa düştüğüme dair en ufak bir tedirginlik yoktu içimde. Uhrevi bir teslimiyetle, kendimi onun ritmine kaptırdım. En ayyaş dönüşleri yapıyorduk; dünyanın şaşmaz rotasının aksine her hareket yeni bir döngüyü çiziyor fakat bir sonrakinde kural bozulup yeniden yazılıyordu.

Kasılmaların artan şiddetten darbeye dönüştükleri anda ok gibi fırladım: Daha da içeri doğru, nereden geçtiğimi göremeden ve nereye gittiğimi bilmeden... Sadece içeriye,derinlere, fırlatan hareketi hissediyordum

Nedense sonra anladım: Güneşe doğru gidiyordum.

Isı beni eritmeye başladı. Sadece bedenim değil benliğimin bütün bileşenleri de dağılıyordu sanki. O kadar hızlı oldu ki bu erime; sıvılaşan vücudum bir sicim şekline almış, yoğunluğum git gide azalmışken bile hala varolduğumu, farklı bir dizilimde bir benlik olduğumu zannediyordum.

O, güneş, ise giderek yoğunlaşıyor ve büyüyordu.

Yüzeye ulaşmadan çok önce buharlaşmıştım.

Güneş tüm evreni kaplamaya başladı; görünen ve görünmeyen tüm mekanlar, bilinen ve bilinmeyen tüm varlıklar onun içinde kaybolmuşları sanki, bir vakit aniden tekrar dağıtılmak üzere. Evrenin tamamen güneş olduğunu gördü bir yanım; öte yanım, güneşin bir noktacık olduğuna şahit olurken.

Parçacıklarım darmadağın olmuş farklı yönlere doğru ilerliyorlardı. Bazıları iyiden iyiye uzayıp, o hengame içinde kaybolmuş anlara, ve daha yaşanmamış hatıralara çarptıklarını duyumsadım. O an birilerinin zihninde, birilerinin rüyalarında, görüldükleri saniye şekil değiştiren bir yabancıydım: Cisimsiz bir hayalet!

1

Ova, neredeyse ufuktaki sıradağların başladığı yere kadar, uzanıyordu. Milyonlarca yıldır burada oluşuna dair ne bir kuruntuya, ne de tasaya sahip olması söz konusu bile değildi. “O” olmadığı için olmadı. Belki de üzerinde sararmış buğday tarlalarının varlığından dolayı burada sessiz ama devinimli durabilme başarısını gösteriyordu. Hafif bir rüzgar esti ve başakları şöyle bir havalandırıp geçti. Sarı başaklar artlarında yükselmiş mavi gökyüzüyle nasıl uyumlu bir birliktelik oluşturduklarını asla bilemeyeceklerdi.

Milyonlarca türdeşinin arasında onlarla arasında bir fark iddiası gütmeyen bir başak, aynen onlar gibi rüzgarın etkisiyle salındı. Bir karınca tepesine, bereketli meyvesine doğru tırmanıyordu. Ortalığa tüm cömertliğiyle (ama aslında cömertçe değildi bu) sunduğu meyveyi ağa bir ilmik daha atmak için almaya...
Sadece bir başak titriyordu hayali bir anlatıcının hayalinde ve ovada yağmur havası vardı.

2

Suyun içinde ilerliyor. Mavi bir şerit çekilmiş kahverengi-siyah pulların üzerine. Suyun içinde ama asla ıslak değil. Zira kuruluk denen bir şey yok. Bir parçacık yakalıyor. Ardından küçük bir tane daha... Keskin hareketlerle ilerliyor. Bir önceki keskinliğini kısa sürede unutarak, her an yeniden varolarak, her an yeniden doğarak...

Bir parçacık daha arıyor. Bu sefer büyük bir parçacık çıkıyor karşısına. İlerliyor. Hamle yapıyor. Ağzına alıyor. Ve birden yiyeceği boğazına takılıyor. Onu yukarı çekmeye başlıyor. Kıvranıyor. Kurtuluş yok!

Kurulukla tanışıyor ancak onun kuruluğunu anlatacak yok!

3

Her şey çok uzakta ve o kadar yakındı. Aşağıya süzüldü, pek de zahmet gerektirmeyen bir kanat hareketiyle. Gözleri bir avı imliyordu. Süratle aşağıya süzüldü, avını pençelerine alıp yine yukarılara ayak basmanın ve yürümenin olmadığı evrene geri döndü.

Yuvada bekleyen yavrularına, o günün öğününü pay ederken, etrafı kolaçan etmeyi de ihmal etmiyordu. Ufacık ve savunmasızlardı. Bunun için hala kayalara basmak zorunda, hala o yuvada kalmak zorundaydılar. Ancak güçlü olunmaya başlandığında mümkündür uçmak ve o sonsuzluğun içinde yer edinmek. Bunu birisinden mi öğrenmişti? İşte bu soruyu asla sormadı.

Ani bir hareketle kanatlarını açtı ve tekrar süzülmeye başladı. Bilmeden ama denemek zorunda kalarak öğrenmişti uçmayı; her ne kadar bunun böyle olması gerektiğini bilmeden ve denemeden öğrenmiş olsalar da.


4

Salınıyor. En kendilik halinin içinde bulunurken ne olduğunu bilemediği bir şeye bağlı. Ara sıra bir sıcaklık geziniyor dış duvarın üzerinde; bazense boğukluklar duyuyor. Fakat “kendiliğinden”liğin verdiği en büyük armağana sahip çıkıyor ve geri kalan etkilere ve henüz tanımadığı bağlara aldırmadan, sadece onu besleyen kordonla bağlantı kuruyor.

“Beni duyabiliyor musun? Seni şimdiden çok seviyorum!”

Bir şey görmüyor. Duymuyor. Konuşmuyor. Düşünmüyor. Ama hissediyor.

Islak...Ve o da bir süre sonra kuruluğu tanıyacak!

Onun içinden geçtim ve karanlığın içinde uzaklaşmaya başladım. İlerledikçe eski yoğunluğum tekrar geri geliyor, bir şekle bürünmeye başlıyordum. Yeniden birleşiyordum. Daha güçlü ve daha doğrultulmuş doğuş yerine, oldukça hafif bir dinginlik vardı. Gördüğüm hayalin bittiğini biliyordum.

Kendime doğru gerisin geri ilerledikçe yeşil elbiseli kadını hissetmeye başladım tekrardan. O mayhoş koku zihnimde edindiği yere yerleşti yeniden. Fakat bu sefer tek başıma değil, o güneşten kopan akşam kızıllığıyla beraber hissediyorduk bu coşkuyu ve akışı. Yanımda güneşten kor parçalar getiriyordum: Çoktan sönüp küllenmiş korlar! Yeşil elbiseli kadınla söndürdüğümüz güneşin parçaları ellerimden uçup gidiyorlar, geriye ise tatlı bir düş kaşıntısı bırakıyorlardı.

Onda önceden hissettiğim hayat parıltısının kaynağıydı benimle yolculuk eden o yoğun ışımalar. Onun ve benim içimde olan ortak parıltı! Onun bilmediği ama benim çok uzun süredir farkında olduğum bir parıltı, sadece benim bildiğim...

Dışarıya oldukça yaklaşmıştım ki birden kendi gözlerimle karşı karşıya geldim. Şaşkınlıkla bana bakıyor, ama bakışları bana çarpmadığı için beni göremiyordu: Tüm renklerin dışındaydım. Nereye baktığımı ve neye şaşırdığımı anlamanın olanağı yoktu aslında. Çocukluğumdan beri yaşadığım bir sezgiydi, o kadar!

Oturdum. Biraz başım dönüyordu.

“Ya vallahi direkt böyle dedi. Düşünebiliyor musun ya! Kadın olmak ne zor, sen nasıl baş ediyorsun bunlarla?”

Şüphesiz hala yanımdaydı.

Birden ha bire konuşan bu kadıncağızı nereden tanıdığımı da o an hatırladım: Bir ara aynı öğrenci yurdunda kalmıştık. Hatta eski sevgililerimden birisiyle takılmıştı bir ara. Acaba o saçları gün geçtikçe dökülen ve şişmanlayan adam nasıl seviştiğimizi ya da başka özel sırlarımızı anlatmış mıydı bu öfkeli kadına! Neyse ki “yumurtlamak” dışında (bu lafı o eski sevgilim kullanırdı) ortak noktamız yoktu ve tekrar karşılaşabilme ihtimalimiz düşüktü. Mutlu oldum: Varlığını unutmaya ve umursamamaya çalışarak kısa sürede ondan kurtulabilirdim.

Karşıdaki yeşil etekliye baktım. Masadan kalkıyorlardı. Yanındaki iki adamdan uzun olanı hesabı ödeme telaşına düşmüştü. Kadın rahatlamıştı: Bu gece uzun boyluyla sevişirlerdi muhtemelen. Kadın nedenini bilmeden daha istekli olurdu, adam şaşırır ama fırsattan istifade o muhteşem teni çürütmekten de geri kalmazdı.

Gittiler. Sanki bir an, yeniden, bana bakmıştı.

Güneşin parıltıları yerlerini gecenin koyu çağlayanına bırakmak üzereydi. Birazdan bu çağlayana kapılmış yüzlerce insan daha dolduracaktı Sakarya caddesini. Hep beraber, birbirimizin bilincinde olmadan, içkilerimizi yudumlayacak; ve evlerimize döndüğümüzde ortak bir hissedişin ve deneyimin ürünü olarak kızartma kokacaktık.

Dünya sanki daha hızlı dönmeye başlamıştı ve aradaki hız farkını telafi etmek için daha çok çaba harcamam gerektiğini bilincindeydim.

Bir bira daha söyledim.


(20 Haziran 1998)

Bıyığına Sıçarım!

11 Ocak 2008: Bugünü unutmamam gerek. Olacağını bildiğim, en sonunda olacağını bildiğim herşey için aklımda tutmam ve sıkı sıkıya yapışmam gerekiyor bu tarihe.

Sabah üst kattan gelen matkap sesiyle uyandığımda işe geç kaldığımı anlamam bir saniye bile sürmüyor:10:40. Alalacele giyinirken aynada şişmiş gözlerle beni süzen kendime bakıyorum:

"Ne kadar tipsiz ve pespayesin oğlum lan sen!" diyor kendim bana, "her gün olduğu gibi..."

"Önce kendine bak! Sen de dünya güzeli sayılmazsın!" diye yanıtlıyorum. Sabah sabah moralimi bozmasına, beni sinir etmesine izin vermeyeceğim. Zaten işe geç kalmışım ve Yaman'a kıl olmuşum. Onunla tanışmak istiyor.

"Bıyığına sıçarım" diyorum şerefsize. Bozulup gözden kayboluyor.

Vapurun en üst katına, Alexis Karamargas'la ilk karşılaştığım yere oturuyorum. Nemsiz hava, şehrin üzerine sonsuz bir mavi gök germiş, göğün bu dinginliği denizi de durultmuş. Güneş vapurun arkasından parlıyor. İstanbul önümde upuzun yatıyor, orospu bohçasından saçılıp dökülüvermiş. Yeşilköy'den Hisar'a kadar teklifsiz ve huzurlu yatıyor. Geriniyorum şehre karşı. O, hiç olmadığı kadar sessiz. Yanıt vermiyor. Daha da mutlu hissediyorum.

11 Ocak 2008: Üst katta 10 kişiyiz. Durmadan soru soran bir oğlan ve ona yetişmeye çalışan babası, kitabına gömülmüş hoş bir kız, kırmızı eşarplı bir kadın ve kirli sakallı oğlu, çalıştığı restorandan getirdiği tonlarca bayat ekmeği martılara atan "Adibas" bereli adam, kürklü yapay deri ceketine sinmiş hüzünlü bir adam, onun kara çarşaflı karısı ve denizi seyre dalmış oğulları. Çarşaflı kadın, örtüsünün iğnelerini düzeltiyor. Güneş, sağ elinin serçe parmağındaki yüzüğün taşlarından yansıyor. Renkten renge giren taşlar hoşuma gidiyor, kadının tek renk solukluğuna inat... Ben de beremi düzeltiyorum. Yaman'ı öldürmek mi istiyorum? Yok canım, daha neler!

Adibas bereli adam bayat ekmekleri fırlattıkça martılar coşuyorlar. Şehirde bir tek gürültü var artık: Kavgacı ve aç gözlü martıların çırpınışları. Öğretmenin sorduğu soruyu bildiğini göstermek için bağrışan ilkokul çocuklarına benziyorlar. Çığlıkları, diğerlerinin arasından dikkat çekerek sıyrılıp, lokmayı kapmak için. Sağ taraftaki denizin lacivertliğinde değil, sol taraftakinin turkuazlığında sorti yapıyorlar. Bazen Ayasofya'yı yıkıp geçecek gibi iniyorlar aşağıya. Biliyorum, hissediyorum bugün olacak! Bir kaç kez olmaya yaklaşmıştı ama kaçmıştı. Ama bu sefer olacak biliyorum. Olmaması için bir neden yok ki! Olacaksa da böyle bir havada, böylesi mükemmel bir günde olmalı zaten. Hislerimden eminim, olacak!

Martılar, sıraların iki metre üzerine geliyorlar arsızca. Hani vapurun o cenahına gidip sıçrasam yakalayacağım birisini. Sonra da alıp ayağımın altına, "Yer misin yemez misin" diyerek döveceğim. Nefise, "Senin yeldeğirmenlerin, azgın ve şımarık martılar... Döv valla!" demişti. İnsanlar kendi içlerindeki ürkütücü gulyabanilere, bakire yiyen ejderhalara saldırsalar, benim neden martıları dövmek istediğimi belki daha iyi anlarlar.

Zira martıyı yakalayınca "lan" diyeceğim, "bir lokma ekmek için bu kadar gürültü yapmaya, bu kadar şerefsizleşmeye değer mi!"

Utanıp yanıt veremediğini görünce de son darbeyi indireceğim: "Oğlum, nefs denilen, ego denilen ve içi dolmak bilmeyen deliğin aslında gayya kuyusunun bizatihi kendisi olduğunu bilmiyor musunuz?"

Bir 'Kra!'lık şans bile vermeyeceğim ona: "Varlık nedir lan? Şu Ayasofya mesela, senin gibi kaç milyon martı gördü biliyor musun? Neden böylesine bir telaşlı, böylesine cazgırsın? Neden sükunet içinde geçecek mutlu ve huzurlu bir hayatı seçemiyorsun? Derdin ne oğlum senin?"

İşte o anda, önemsizliğimi tam anlamıyla hissettiren bir "şey" esir alıyor beni. "Varolmak, bu kadar küçük ve basit olduğunda güzel" diyor. Daracık bir zaman diliminde, dertsiz, tasasız, kendiliğinden ve hatta egosuz... Tüm evren aciz varlığıma doluşuyor, bir anlığına sanki evrenin kendisi oluyorum: İki hafta sonra evsiz mi kalacağım? Nereye gideceğim, ne yapacağım? Martı kimdir? Yaman nedir? Kendimi evde mi bıraktım? Saf ve duru bir varlık. İnsan değil, martı değil, şehir değil, hava değil, su değil! Sadece adsız, tanımsız, sahipsiz bir akış... Evren öylesine işgal ediyor ki bütün evhamım onun içinde ufacık oluyor, ben kalmıyorum...

Huzur bu mu?

İnce ve kısa bir "şlap" sesi duyuyorum. Elimi burnumun kenarına götürüyorum. Yeşil-sarı arası. Burnumun yanında ve bıyığımın üstünde. Beremde yok! Güdümlü sanki, tam hedeften vurmuş.

Güdümlü martı boku!

Huzur bu mu?

Gülüyorum, bıyığıma bulaşan boku peçeteyle silerken -hemen yıkamayacağım, tadını çıkaracağım. Tam olması gerektiği vakitte, tam da olması gerektiği gibi oldu. Bunun tadını çıkarmayacaksam, neyin tadını çıkarabilirim ki! Yüzümdeki tebessüm tüm bedenime yayılıyor. Utanma, kızarma gülüşü değil bu. Bir an içime dolan ve saflığıyla onu yıkayan evrenin verdiği, kısa süreli bir bilgeliğin izi...

11 Ocak 2008, 11:00 Eminönü vapuru. Saat 11:15. Hissettiğim oldu ve içlerinden birisi tutturdu. Kokusuz. Cıvık. Güdümlü. Martı boku. Mis gibi.

Huzur bu mu?

Evet, bu!

Martı Bakışı Öyküler 3

ALEXIS KARAMARGAS:
KENDİNİ KARA BİR MARTI ZANNEDEN KARGA

Sahilden Kadıköy’e doğru yürürken, o sabah neden berbat bir şekilde uyandığımı düşünüyordum. Ağzımda acı bir tatla kalkmıştım. Susuzluğum, buzdolabından bir şişe suyu dikmekle bile geçmemişti. Bütün gece tuzlu su içmiştim sanki.

Başımın ağrısı, Moda Çay Bahçesi’ne yaklaşırken azalmıştı. Buna rağmen ağzımdaki tuz tadını içtiğim iğrenç çay bile dindiremedi. Üstüne üstlük çay içmeye yürürken kafamdan binlerce bozuk düşünce geçmiş; her saçma his, çatlayan başıma temiz bir cila çekmişti. En nihayetinde tahminimin aksine, saçmalıklar mucizevi bir etkiyle ağrımı kesmişti.

Neyse ki o öğlen ikinci kez indiğim Kadıköy’e uzayan sahil yolu, alışık olduğum bir deniz havası mutluluğunu getirdi. Gerçek anlamda huzur buldum: Sartre’in “Yabancı”sının havası, içimi açmıştı. Öyle ki sol kulağımdaki küpelerin içinden geçen rüzgârın vınlayışı bile tatlı bir armoni gibi geliyordu. Üstelik aklıma nihayet makûl bir fikir gelmişti: Karaköy’e geçip, bu harika ışıkta biraz eski bina avı yapacaktım.

Evliyken, eşimin “ama benim sadece bir hafta sonum var” ısrarlarına karşı evden dışarı adım atma konusunda ayak diretirdim. Ancak “kale”m yıkıldıktan sonra, yaşadığım viranede ömür tüketmektense, kendimi sokaklara biraz daha vurur olmuştum.
Sonrasında da sokak düşkünü bir insan olmamıştım ama içine girmeye pek de hevesli olmadığım orta sınıfın takma turist gözünden kurtulmak, beni sokaktaki tuhaf insanları ve binaları keşfe daha da meraklı hale getirmişti. Karaköy’e giderek İzzet’in o çatıdan bu çatıya dolaşmasını seyredebilirdim. Ya da bir köşeden onun meleği başını gösteriverirdi bana da. Belki de Alexis’le karşılaşırdım vapurdan inen kalabalığın içinde yürürken.

Bir banka oturdum; kıçlarını deniz kıyısındaki yığma kayalara yerleştirmiş, sarmaş dolaş bir halde deniz romantizmi yapan bir çiftin tam arkasına.

Yolculuğun ve Karaköy’ün keyfi. Eksi, Karaköy’e gidecek vapura kadar yürümek, onu beklemek ve binmek. Eksi, eve gidip içmeye ve yazmaya başlamak. Eşittir, sıfır.

Bej montun cebinden telefonu çıkarıp Ebru’yu aradım. Bu montu nedense hep sevmişimdir. İnsanın ne zaman aldığını ya da hangi öğrenci evinde, kimden çarptığını hatırlamayacağı türden ucuz bir monttu. Bazı giysiler vardır, aynen bazı insanlar gibi iyi hissettirirler. Hep onu giymek ister, onun için en uygun havayı kollarsınız. Hatta kimi zaman o vakitler gelse de giysem diye dua edersiniz. Bazı insanlarla da böyledir durum: Onların mevsimi gelse diye beklersiniz, ya da hani biraz kötü hissedince telefona yapışıp iki kelâm konuşmak için can atarsınız. Sanki onların en doğal halleriyle varlıkları, sizin alâkasız derdinizi alıp götürüverir. Bir an bulutlar kadar hafif, ama var hissedersiniz. Ancak asla gereğinden fazla yaklaşmazsınız onlara. Çünkü gereğinden fazla yaklaşmanın o büyüyü yok edeceğinden korkarsınız; çok sevdiğiniz bir elbisenin solması ya da sünmesi gibi. Ama öte yandan da her büyüye asıl değerini veren, onun bozulmasıdır. Bitmeyen, ya da bitmediği iddia edilen büyü aslında kendi halinden çıkmış, gündeliğin telaşsız ve güvenli koltuğuna kıçını yaymış bir asalaktır.

Ebru’nun sesi uykuluydu. Neredeyse mırlar gibi konuşuyordu:

“Dün gece neler oldu bir bilsen!”

Dün, gece mesaisinde yine yalnızdım. Her daim balkondaki müstesna yerinde duran elektrikli mangalda kızaran ve ardından, yanmaktan duyduğu elemi tüm konu komşuya duyuran balığın eşliğinde diplediğim rakı bittikten sonra aramıştı Ebru.

“Selam Harun” demişti, “n’apıyorsun?”

“Evdeyim canım, içiyorum”

“Senin evin Kadıköy’ün neresinde?”

“Rıhtımda hemen. Deniz Otel’in arka tarafında.”

Sonra ne konuştuğumuzu hatırlamıyordum ancak telefon kapanmıştı. Sonrasında bilmediğim bir numaradan arandığımda gözlerimi kapaklarının karanlığa açmış, muhtemelen hatırlanmayacak rüyalara doğru yola düşmüştüm. Ani bir sıçramayla telefonun ışığına uzanmıştım.

Bir kez daha “Kadıköy” mevzu dönmüştü.

“Uyuyor muydun?”

“Yok canım, ne uyuyacağım!”

Geliyor muydu? Gelmiyor muydu? Gelmemişti.

“Dün” dedi güneş gözüme girerken, “kontörüm bitti. Bir çocuğun telefonunu istedim, onunla aradım. Off, tamamen saçmalamayla dolu bir geceydi! ”

Uykusundan uyanıyordu.

“Sen n’aptın?”

“Ben, Karaköy’de gezmeyi düşünüyorum!”

“Aa harika! Beraber gezelim mi? Cihangir’e gel önce. Çok güzel bir yer var, bir kahve içelim. Sonra gezeriz beraber!”

Vapur, en büyüklerden birisiydi; şu üç katlı olanlardan. İlk kat, kapalı salonlardan ve yanlarda, güzel rüzgâr yenilen, tek sıra oturaklardan oluşuyordu. Bir üst katta çay ocağının olduğu kapalı bir salon ve kıçta da açık bir bölüm vardı. En son kat ise bir vapurda oturulabilecek en özgür yerdi: Gökyüzü, vapurun bacası ve üç sıra halinde dizilmiş oturakların demir bir çitle kurtarma botlardan ayrıldığı güverte... Geminin başına bir iş gelip batmaya başladığında insanların o botlara nasıl ulaşacağı sorusu ise kimsenin, hele hele böylesi parıltılı bir havada, umurunda değildi.

Orta sıranın en son oturağına, demir çitin önüne kuruldum. Böylesine aydınlık ve canlı bir anın içinde bulunmaktan dolayı iç gıdıklayıcı bir keyif alıyordum. Bacak bacak üstüne atıp, ellerimi ensemde birleştirdim. Başımı avuçlarımın arasına alıp gözlerimi yumdum. Göz kapaklarımın altında kavuniçi bir filtre oluştu. Ölümcül derecede güneşli günlerde gözlerinizi sımsıkı yumsanız bile, sadece kavuniçinin tonlarına erişirsiniz, asla siyah olmaz.

Kendimi yukarıdan gördüm. Önce ağır ağır yükselerek; ardından da vapuru boylu boyunca turlarken -belirsiz sortiler- eşliğinde. Nihayetinde döne döne yükseldi görüşüm. Her şey ufalmaya başladı: Önce ben önemsizleştim, sonra vapur ve hatta Kadıköy... Alexis Karamargas, bütün göğü bir anda fethediverdi! Ardından göğü ele geçirmenin de önemsiz olduğuna karar verdi ve yeniden süzüldü aşağıya: Deniz büyüdü, vapur büyüdü, ben büyüdüm.

Gençlerden oluşan kalabalık grubun içinden birkaç kişi, zincirleme afili kahkahalar patlattılar. Vapur hareket etti. Eğitim sendikasının Rıhtım caddesinde yürüyüşü başladı. Alexis Karamargas, ben onu göremeden, ortadan kayboldu.

Zıpır ve sivilceli egolarının gürültücülüğünden lise öğrencisi oldukları anlaşılan gençler, sol taraftaki dört oturağı işgal ediverdiler. Kızlı erkekli grup; bağırış çağırış içinde birbirlerine çatıyorlar, şakalaşıyorlar, laf atıyorlardı. Kendi toy vakitlerim geldi aklıma. Ben de mi bunlardan birisiydim, biz de mi bu kadar rahatsız ediciydik? Kesinlikle öyleydik! Hatta en gürültücülerinden birisi de bendim.

Kartlaşma dönüşümüne yeni başlamış, dengesiz ve ayarsız sesimle normal konuşmam bile gümbürtü olarak çıkıyordu. Arkadaşlarımın arasındayken tam anlamıyla zıpır, haylaz tipin tekiydim. Sınıfın popüler, çalışkan ve etkileyici üyelerinden birisi olmamama rağmen göze batan, derslerde ve ders dışı vakitlerde içten bir biçimde çıkıntılık yapan bir velettim.

Oysa evde odama kapandığımda ikinci hayatım başlıyordu. Karanlıkta yatağa uzanıp kulaklıkları takıp bütün gece müzik dinliyordum. Asla muhataplarına ulaşmayan küçük öyküler ve acıklı şiirler yazıyordum -ki o vakitlerden çok sonra, üniversite yıllarında yazdıklarımla beraber tarafımdan yakılıp kül oldular.

15 yaşında o saçma ve nahif öyküleri yazarken, aklımdan bir gün bilinen bir yazar olacağım fikri geçiyordu. Sadece ünlü ve zengin olmak değildi mesele; bilinmek istiyordum. Durmadan kendini ön plana çıkarmaya yönelik, palyaçovari gösterilerle değil de; kendiliğinden, hatta insanların çaba harcayıp sindirecekleri bir bilinmeklik isteğiydi bu. Erkek egosunun anlık şişmeleriyle yetinemeyecek kadar iddialıydım. Ardından Yunus Emre ve Mevlâna ile gerçek anlamda tanışmam gerçekleşti ve çizgilerim belirsizleşti. Tabii ki bütün yazdıklarımı üniversitedeyken yakmamın tasavvufla uzaktan yakından ilgisi yoktu.

Aşka dair bir kırgınlığı ve umutsuzluğu içinden atmak için kimi zaman bir öykü yazarsın, kimi zaman da hepsini yakarsın. Yazmaya gücüm ve cesaretim olmadığı bir vakitte yakmıştım onları. Oysa o an içimden yazmak gelse, çalakalem kağıda boşalacak, öyküyü hızla bitirmek için çaba sarf edecek ama en sonunda –son satır bittiğinde de- içindeki yükü tamamen atmanın rahatlığıyla o en güzel zavallılık halinden kurtulacaktım.

Çocuklardan birisi bağırdı:

“Lan bi’ sigara versene!”

“Oğlum hep benden otlanıyorsun lan!”

Kızlardan birisi avazının son noktasında araya girdi:

“Bağırmayııın yaaa! Offf!”

Vapurun harekete geçerken titreyişi, gençlerin çığlıklarına ve martıların dilenişlerine karıştı. Başımı yukarı kaldırdım. Bir tanesi tam tepemde uçuyordu. Kanatları açılmış, rüzgârı en hassas yerinden yakalamış bir denge makinesiydi. Kuşlardan anladığımı iddia edemem; ama havada böylesine ustalıkla asılı kalabilen, asılı kalırken gövdesini kımıldatmadan boynunu döndürerek ortalığı kolaçan eden ve bu kadar mükemmel süzülen başka bir kuş türü görmediğimi söyleyebilirim.

Geriye dönünce grubun geri kalanını gördüm. Bir kaç metre yukarıda, havaya atılmasını ümit ettikleri simit parçaları için süzülerek vapuru takip ediyorlardı.

Fakat tam ortalarında tuhaf bir karaltı vardı. Martı gruplarında hiç rastlanmayan türden karanlık bir kuş, aynen onlar gibi kanatlarını açmış havada asılı duruyordu. Martılardan farklı olarak kanatlarındaki tüyleri, aradan gökyüzü görünecek derecede açılmıştı. Kanatları, martılara ayak uydurma adına neredeyse parçalanacak gibiydi. Ancak yıllardır martılara ait olduğunu düşündüğüm bazı numaraları müthiş bir beceriyle taklit ediyordu.

“Aynı meşrepte olan kuşlar beraber uçabilir” düsturunun doğruluğunu kabul etmiş birisi için akıl almaz bir durumdu bu. Bir karga, martılarla beraber –aynen onlar gibi- vapuru takip ediyordu; üstelik martıların oluşturduğu o sıkı grubun tam ortasında kalarak!

Farklı olan ürkütücüdür oysa, onunla uçamazsın! Lafın gelişi; martılarla karabataklar, Haydarpaşa Limanı’nın karşısındaki dalgakıranda yan yana dururlar ama asla beraber uçmazlar. Çünkü uçma alışkanlıkları birbirlerine uymaz: Karabataklar denize yakın uçarlar ve bundan dolayı hızlı ve atik olmaları gerekir, asla martılar gibi irtifa değiştirerek havada süzülmezler. Martılar da, tehlike durumunda ya da karın doyurma adına, denize gömülüp elli metre öteden çıkan karabatağın yeteneklerine sahip değildir.

Bir anlığına yan yana olabilirler, ama asla beraber uçamazlar!

Ancak bu karga, martıların arasında, onlar gibi uçuyordu. Yanılmış mıydım? Kuralın istisnası var mıydı, benim bilmediğim?

Alexis, sen bir istisna olabilir misin? Tüm kuralları darmadağın edip, şu durmadan kendini tekrarlayan hikâyeyi yeniden yazabilir misin? Her günün aynılığının telaşı içinde ağaç tepelerine tünemektense, denizin üstünde bir o yana bir bu yana savrulmanın keyfini çatabilir misin?

Kara kuş, çitin arkasına indi. Bir botun gölgesinde birkaç kez ileri geri zıpladı. Yukarıyı, olmayan simit parçaları için vapuru takibe devam eden martıları süzdü. Ardından da, sekmeye devam ettiği halde onlara gakladı. Ancak sıradan bir gaklama değildi bu: Kargaların bilindik, akortsuz konuşmalarının aksine, uygunsuz ses aralığından edilen bir küfür gibiydi.

Bulunduğu gölgeden, karşı taraftaki botun gölgesine doğru seğirtti. Onun karşıya geçişi sırasında gözgöze geldik; bir yabancıymışım gibi baktı bana. Fazla da umursamadı açıkçası, başını yeniden tepemizde uçan martılara doğru kaldırdı.
Bir kez daha küfür savurdu yukarıya. Anlatmak istediğini, dilinden anlamayan başka kuşlara söylemeye çalışmanın öfkesiyle, asabi bir şekilde havalandı.

Çok kısa bir süre için asılı kaldı yukarıda: Karaya uçmadan önce, belki de bir saniye martılarla durdu... Yaydan fırlayan bir ok gibi, beyaz kuşların arasından sıyrıldı ve hızla Haydarpaşa Limanı’ının dalgakıranına doğru uzaklaştı.

Aptal gülümsemem yüzümde bir süre asılı kaldı. Aval aval alışık olduğu alana gidişini izledim.

Soluk yüzlü çaycı tepsisinde çaylarla belirdi: “Var mı çay isteyen?”

Gençlerin cıvıltılarında ne bir artış ne de bir azalma oldu.

Martılar tepede süzülüşlerini sürdürdüler.

Arkama yaslanıp, vapurun bacağından göğe karışan siyah dumana baktım bir süre.

Karaya çıkma telaşını bastırmama yardımcı olacakmış gibi bir sigara yaktım.

İlk nefesle ağzımdaki acı tat geri geldi: Gün, muhteşem olacaktı!

Martı Bakışı Öyküler 2

MODA ÇAY BAHÇESİ


Moda’nın orta sınıfa özgü modern sükûnetinin tam ortasında, 1 liraya ağız tadı kaçırıcı çayı yudumlarken İstanbul Boğazı’nın keyifli manzarasını izleyebileceğiniz bir çay bahçesi vardır. Burada, doğa özlemlerini giderdikleri trekking gezilerinden birisine katılmamışlarsa, Anadolu yakasının başka orta sınıf mahallelerinde oturan genç bankacı çiftlere rastlarsınız; Çamlıca tepesinde çekirdek çitleyerek turlayan ailelerinin, onları sevgilileriyle el ele görme riskini bertaraf etmek için Ümraniye’den kopup gelen türbanlı mutaassıp aile çocuklarına; Kadıköy’deki tiyatrolarda çalıştıkları için Cihangir’in keşmekeşi yerine, Moda’nın ıssızlığına ve yerli dizilerdeki üçüncü sınıf rollere gömülmüş çoktan kayıp oyunculara da...

Baharın coşmaya başladığı Pazar günlerinin birinde bana da rastlayabilirsiniz orada. Tek başına masaların arasından ilerleyen ve sanki hakkı değilmiş gibi, denizi en iyi gören masalardan birine oturmak yerine, daha iç taraflarda şemsiyesiz yerlerden birini seçen kişiyim ben. Elimde bir gazete olur; o çaydan iç burucu yudumları alırken, o aşırı dolu ve yorucu kağıt parçalarını her zamanki gibi yarım yamalak okurum.

Spor sayfalarına bir göz atarım, ekonomi sayfalarını dokunmam bile. Aklıma “zengin değilim, neden okuyayım!” düşüncesi geldiğinden değil, sadece içimden gelmediğinden... Zaten içimde olsaydı da gençken okumaya başlasaydım, zengin bile olabilirdim. Fakat içinden gelmeyen işi yapmamak gerektiğine inanırım: İçinden gelmiyorsa ekonomi sayfasını okumayacaksın, tıka basa yemek yemeyeceksin, karınla sevişmeyeceksin, hatta onunla evlenmeyeceksin, tiksindiğin insanlarla aynı mekanda 9-6 çalışmayacaksın, bir Pazar günü Moda’da çay içmeye gitmeyeceksin.

İşsiz kaldığım ve her sabah “Allah’ım, bugün fatura gelmesin” diye dua ettiğim 3 ay boyunca içimden sıklıkla rıhtıma inip gezinmek gelirdi. Sanırım kocaman gövdeleriyle gökyüzünde kıpırtısız durabilen martılara, eski ihtişamlarını çoktan kapı altından süpürmüş Rum evlerinin cesetlerine ve genciyle yaşlısıyla muhitin ucubelerine aşık olmam bu vakitlere denk geliyor. Bütün gün iki satır yazacağım telaşıyla bilgisayar başında oturup, günü sanal sohbetle ve ahkâm yazılarak sosyalleşilen bir Internet sitesinde heba etmenin ardından kıçımı kaldırıp bir tur Kadıköy-Moda yürüyüşü yapmak, hem eklemlerime hem de hezeyanlarıma iyi geliyordu.

Rıhtımda kalmakta olduğum ince uzun ve ufak daireden, o çay bahçesine gitmek üzere dışarı adımımı attığımda önce İtalyan Apartmanı’nı görürüm. Her seferinde şaşmaz bir şaşırtıcılık becerisiyle avlar insanı. Ağır olmasına rağmen bir martıya eşlik edip uçuverecekmiş hissiyle köşede bekler durur.

Onu geçip yolumun rıhtıma bağlandığı hafif yokuştan aşağı inerken, o daracık sokağın can çekişen binalarının üstünde süzülen martıların çığlıklarıyla karşılanmak keyif vericidir.

Bunu uyduran biziz tabii ki; ben de öncekilerden çaldım, yoksa martıların çığlık attıkları filan yok. Çığlık için korkmak, şaşırmak, kısaca heyecanlanmak gerekir; oysa onlar belki de türdeşlerine günün sıradanlığına dair bir hikaye anlatıyorlar. Öteki ise her zaman kendine göre yontar hikayeyi. Yolda gülümseyerek yürürken karşılaştığın bir kedinin vahşi ormanın en acımasız avcısıyla karşılaşmış gibi tırsak manevralarla kaçması da aynı nedenden kaynaklanır.

Ancak martıların verdikleri keyif öylesine gerçek ve sınırsız uçurur ki aşağıdakileri, o sırada binaların kadraja aldığı denizin üstünden geçmekte olan vapurlar bile havalanacak gibi olur.

Rıhtım boyunca yürümeye başladığın an ise, gürül gürül akan bir hayatın içine balıklama daldığını hissedersin. Denizin hemen yanı sıra uzanan otobüs ve dolmuş duraklarının gürültücü hareketliliği, caddenin bir an bile durmaksızın akan araç ve insan trafiğine karışır.

Martı ve Mangal meyhanelerinin öğleden sonracı müdavimleri, caddeden geçen kadınların kıçlarını göz kararı ölçerken, arada, sana da pis bir bakış fırlatırlar. Onların ayrıcalıklı düşkünlüklerin müsebbibi senmişsin gibi: Karılarının kaçtığı adamsındır, işten atılmalarına neden olan işgüzar insan kaynakları uzmanı ya da onların yerine mutlu olan sıradan hergelenin tekisindir. Ne olursan ol, mutsuzluk ve kendine acımada onlarla yarışamazsın! Sadece şifreli kanalda yayınlanan futbol ligi maçını izlerken heyecanlanır, neşelenirler. Kimi zaman aralarından, oraya nasıl düştüğü belli olmayan bir kaç tipi seçersin. Genelde bir kaç günlük bir işi halletmek için şehre gelmiş olan yabancılar olurlar.O durmadan adını duydukları hayal şehrinin en salaş mekanlarından birinde içmekten mutludurlar.

Cam kenarına sırayla dizilip biralarının ılımasını suçunu kadere atan bu “Hay amına koyayım!” klanının arasında olmayı isterim bazen. Hani genel anlamda hayat için olmasa bile, özellikle mevzu gönül meseleleri olduğunda, kendine acımada az çok deneyime sahibim.

“Patates kızartması kokusu altında meyhanede bira içecek, esnek içme saatlerine uyum gösterebilecek, benzer bir pozisyonda en az on yıl deneyim sahibi özacıyıcılar aranıyor. Arada bir alkol komasına girebilmek tercih sebebidir.”

O öğlen de, çay bahçesine yürürken, aynı rotayı takip ediyorum. Birahanelerin ardından, ana caddeyi dik olarak kesen sokaklara gömülmüş ucuz gece kulüplerini ve Romen fahişelerle aşık genç kızların kaçamak meraklısı zamparaların altında terlediği otelleri geçiyorum.

Moda caddesine geldiğimde güneşin, zaten esmer olan yüzümü karartmaya kararlı olduğunu fark ediyorum. Ona aldırmadan yürümeye devam ediyorum. Çünkü o, ben kendimi bildim bileli beni yakmaya kararlı. Antalya’da, henüz bir çocuk iken, bindiğim dolmuşlarda vurmaya başladı beni. Sanki başkalarına garezi yokmuş, derdi sadece benimleymiş gibi hissederdim. Beni gerçekten bu kadar çok mu seviyordu? Bana bu kadar mı düşkündü ki peşimi asla bırakmadı!

Aşk böyle bir şeydir derler, seven asla bırakmaz. Ben sevememişim ki bırakmakta zorlanmadım hiçbir zaman. Bir yıl mı demişti büyükbaba? Çok yanılmış: Kimse işlerini bir yıla bırakmıyor artık; zaman eskisinden çabuk geçiyor! Benim içinse, sadece eski karımın bende bıraktığı iz bu kadar uzun ve derin olabilir.

Fakat güneş, o acımasız antik yaratık, bunlardan münezzeh tabii ki. O, sevince, 33 yıl bile unutmuyor. Doğumum, resmi olarak, son günüymüş ilkbaharın. Memleketin ekvatora en yakın yerlerinden birinde doğmuşum. Aya ne kadar aşıksam, güneşten de o kadar korkarım.

Korkarım çünkü o her zaman içimdedir, bırakmaz ki bir adım öteye, karanlığa, güven içinde gideyim. Her zaman orada olmak zorundaymış gibi davranıyor; buradaki sefaletin aksine onun dünyaya ihtiyacı yok varolmak için.

Güneşin karşısında, çayın acizliğinden dem vurmak bile ona hakarettir.Güneş için, bir bardak çayla dünya arasında fark var mı sanıyorsunuz? Bu durumda bana aşık da değil demek ki!

Oysa bizim için fark var: Çay bahçesinden sahile uzanan merdivenlerden inerken; çimler boyunca uzanan, sarılan, konuşan, öpüşen, deniz kokusu burunlarında – “buraya gelerek ne kadar iyi bir iş yaptık” diyen- çiftleri görüp onların çayla farkını düşünüyorum. O çimenlere yayılmış olanlar, aynı hatayı ve aynı haksızlığı defalarca yapmanın keyfinden haberdarlar mı? Fakat çay, güneş gibi parlamasa da, ne kadar kalitesiz ya da kötü demlenmiş olursa olsun hata yapmaz. Bana kalırsa asla yalnız da hissetmiyordur, ama bu konuda kesin konuşma yetkisine sahip değilim.

Merdivenlerin nihayetinde bu şehrin en güzel manzaralarından birinin kıyısında olduğumu anlıyorum. Güneş bu sefer denizin üstünde, tuzla buz olmuş alelade bir kristal vazo olarak gözlerime batıyor.

Uzaklara baktıkça insanın gözünü acıtan bu dramayı çok severim. O yüzden gözlerimi alabildiğine kısar, kırıkların yansıttığı sahneye dalarım. Ufkun ötesinden, sadece düşlerde gidilebilen bir evrenin yalnızlığı, gelir bulur insanı. Lafın gelişi; kallâvi bir çölü getirir deniz, ta içine. Denizden esen tatlı meltem, bir anda Sahra fırtınasına çevirir kendini; gözlerin beşiği dalgalar, soluk kum tepecikleri olurlar; kum tadına döner ağzındaki mayhoşluklar. Yanlış bir simya deneyi gibi, bütün altınların avuçlarında külleşir ve dünyanın varlığına -hiç olmak üzere- karışıverir.

İşin garibi, bu kötü ya da üzücü gelmez. Aksine, berrak bir gökyüzü kadar genişler yüreğin; uçsuz bucaksız bir mutluluk dolar içine ve gözlerini daha çok kısarak bakarsın ufka. Yüzüne salak bir gülümseme yayılır ve nerede olduğunu unutuverirsin.
Sahilde olduğumu unutuyorum ben de, afallamış bir halde yeniden merdivenlerden yukarıya çıkıyorum. Kalabalık grupların şen cazgırlığından mümkün olduğunca uzakta bir yer bulup oturuyorum.

Garsonlar masaların arasında kaybolmuşlar, ortalıkta görünmüyorlar uzun bir süre. Ardından birisini yakalayıp sıkıştırıyorum.Hizmet edeceği için memnuniyetsiz görünüyor.

“Ne alırsın abi?” diye soruyor.

Hiç düşünmeden yanıtlıyorum:

“Çay istiyorum...”

Aşkın Psikopatolojik Bulguları

Lan oğlum,

Bugün “aşk” konusunu, tamamen tıp, fizik, kimya ve coğrafya bilimlerinin parlak ışığı altında, yani mantıklı ve bilimsel olarak ele almaya karar verdim. Umarım elde patlamaz!

İşte aşkın bilimsel tanımı…


Önerme 1:
Aşk, tek kişiliktir.

Önerme 2:
Aşk, psikosomatik bir rahatsızlıktır.

Önerme 3:
Aşk, ekstrem bir sporttur.

Önerme 4:
Aşk, bir yanlış anlamadır.

Önerme 5:
Aşk, en güçlü zayıflık halidir.


Bulgu 1 – Aşktaki Kişi Sayısı

Aşk, tek kişilik bir BMX’tir; arka seleye birisini daha oturtabileceğiniz bir Bianchi değil! Zira biz ailecek ikincisine aşk yerine, ilişki diyoruz. Ha bir ilişkide aşk olmaz m›? Olur tabii, eğer ikinizde de BMX varsa bir süre aynı rotada yan yana gidebilirsiniz. Evlilik ise Bisan’dır.

Bulgu 2 - Karında Uçuşan Kelebekler

Bu gerçeküstü tanımlamadan da anlaşıldığı üzere aşk, insani saçma hislerle taltif edebiliyor. Aşık olma halinde olumlu bir gelişme hissedenlerin karınlarında kelebekler uçuşur; işin sonunun boka saracağını sezenlerde ise eşek arıları… Ne kadar göreceli olursa olsun en nihayetinde aşk, iki cılız parmakla ezilebilecek bir böcekten başka bir şey değildir.

Bulgu 3- Kalp Çarpıntısı

Aşık olduğunuz insanı gördüğünüzde salgıladığınız hormonun aslında korktuğunuzda tehlikelere karşı salgıladığınız hormon olması, size de tuhaf gelmiyor mu lan, sayın seyirciler? Bu şerefsiz hormon, adrenalindir. Yani tehlikeli bir anda “aman kesilirsem fazla akmasın” diye kanın içeriye çekilmesini (ki tüylü arkadaşlarda “tüylerim diken diken oldu” ifadesine yol açar), yine “kesilirsem basınç düşecek her yere kan göndermeye devam etmek için daha fazla çalışmam gerek” diyen kalbin güm güm atmasını sağlayan hormondan bahsediyoruz.

Kısacası siz adrenalini yanlış anlamış ve bunu maşuka atfetmişsiniz. Bundan dolayı, aşık olma becerisi olan insanların sık sık aynı aptallığa düşmelerinin nedeni aslında, ahanda şuraya yazıyorum, adrenalin bağımlılığıdır! Hani var ya, “ekstrem sport yapıyoruz” diye dağdan bayırdan atlayan ve bilim çevrelerince bu arıza hareketleri adrenalin bağımlılığına yorulan manyaklar; işte aşk da böyle bir şeydir aziz Romalılar!

Evet, aşkın bir ekstrem sport olduğunu ispatlamanın mutluluğu içerisindeyiz bilim çevreleri olarak. Bundan sonraki çabamız, onu olimpiyatlara “gösteri amaçlı sport” olarak aldırmak için olacak. Şimdi sorarım size; aşkın bir federasyonu olsa ve gençler sokak aralarında aşık olacaklarına, antrenörler filan eşliğinde güzel tesislerde aşık olsalar kötü mü olur? TRT 3 bundan sonra artistik patinaj yerine artistik aşk patinajı müsabakalarını yayınlasa ailecek izlemez miyiz?

Bulgu 4 – Aşırı Alınganlaşma

Aşk, NŞA (Normal Şartlar Altında”) diye tabir edilen 0 santigrat derece ve 1 atmosfer basınç dengesinin bozulduğu bir mallık olduğu için üzerinde işlem yapılan kimyasal bileşik farklı tepkiler vermeye başlar. Sözgelimi, aşırı basınç altında tutulan bir gaz (mesela metan), sıvı halde saklanabilir ve sübapta sorun varsa patlayabilir (tüpçü). Aynen bunun gibi bünye, karşıdan gelecek her harekete karşı algılama ve etkilenme eşiği düşük olarak bekleyen, tabiri caizse stand-by pozisyonunda bir televizyon gibidir. Maşuk, kazara kıçını kumanda aletinin üstüne yerleştirecek olsa bile “şak” diye açılır. Görüntü güzelliği çanağın kuvvetine ya da kablo bağlantısına yapılıp yapılmadığına bağlıdır.

Bulgu 5 – Özlemek

Aşık kişi, yapacak başka işi yokmuş gibi, devamlı maşuku özler. Onunla geçirdiği anlarda mutluluklarla donatılmış bir cennette iken, onsuz anlarında kalbinin sıkıştırıldığı bir cehennemde gibi hisseder. Buradan çıkan sonuç, aşkın ikliminin çöl iklimi olduğudur. Gündüzleri yaşanan hararetin aksine geceleri buza keser, fırtınalar kopar. En nihayetinde gün içindeki sıcaklık farkı bu kadar yüksek olunca, dağ taş demeden korozyona maruz kalmak kaçınılmazdır. Aşık kişinin coğrafyası bir süre sonra un ufak olur oğlum, toza döner.

Öte yandan en ufak hareketten anlam çıkarma konusunda mutluluk ve umutsuzluk at başı gittiği için de aynı durumla karşılaşılır. Bir an mutlu mutlu sırıtırken, hemen ardındaki an umutsuzluğa ve belirsizliğe düşen bünye yalama olur, civata tutmaz, her an devrilecekmiş hissi uyandırır.

Bulgu 6- Yanılsama

Yıllar önce aşık olduğunuz bir insanla yeniden karşılaştığınızda, “lan ben bunun neresine aşık olmuşum!” diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Yalan atmayın, olmuştur. Bunun nedeni “aşkın gözü kördür” ya da “gönül bu ota da konar boka da” (bakın yine aşkın böcek hali) deyişlerinde ifade edildiği üzere; gizli ya da açıktan aşırı hislenme durumunun gönül otobanını kayganlaştırmış olmasıdır. Bu yüzden mukavemet azalır ve en hafif virajda bile kazalar meydana gelir. NŞA’da o virajı 140 ile alabilecekken, hislenmiş yol koşullarında 60 ile devrilir taklalar atarsınız. Kaza sonrası dönüp baktığınızda da “hacı ya, bu virajda nasıl kaza yaptım anlamıyorum” dersiniz. Lütfen aracınızda zincir, takoz ve çekme halatı bulundurun. Böyle kaygan durumlarda kaza yapıp şarampolün dibinde kalacağınıza, çekersiniz olur biter.

Aşık insan sağlıklı düşünemez ve durmadan yanılsamalar içine girer. Böyle bir insana "çok janti tasarımlı bir cep telefonu" diyerek tek dal muz satabilirsiniz. Muhtelemen aldığı cep telefonunun şarjının neden hemen bittiğini anlaması, aşıklık durumu sona erip normale dönene kadar gerçekleşmeyecektir.

Bulgu 6- Zayıflığın Güçlülüğü

“Aşk neden en güçlü zayıflık halidir?” diye sorulduğunda, Ferhat ile Şirin'in hikayesindeki ilk transit tünel çalışmasını hatırlamamak mümkün değildir. Aşk, iki nedenden ötürü güçlüdür: Birincisi; insanlara NŞA’da altından kalkamayacakları işler yaptırır. Janvaljan gibi devasa bir at arabasının altına girip “hobara” diye malzemeyi kaldırabilir. Fakat şerefsiz Viktor, bu hadisenin ardundan Janvaljan’ın bel fıtığına yakalandığından bahsetmez. Zaten o da aşk için kaldırmamıştı arabayı. Evet kötü örnek oldu. Ama bilimde örneğin iyisi kötüsü olmaz.

İkinci olarak da, alemi yöneten karakterler bile aşka tutulunca saçma sapan işler yaparlar. Napolyon’dan, Mussolini’ye kadar pek çok karakterin nasıl maymun olup, mahsun mahsun kendi boklarıyla oynayacak hale gelene kadar sıyırdıklarını görebilirsiniz. Schopenhauer ise bu işi, üstü örtülse de aslında aşkın basit hayvani motivasyonlardan (sadece şehvet değil) ibaret olduğunu söyleyerek bir noktayı açıklamayı ihmal eder: O da aslında aşkın doğadan sapma olarak nasıl bir işlevsellik ortaya koyabileceğidir.

Öte yandan bu zayıflık öylesine güçlüdür ki maşuka hitaben “ben sana aşıksam bundan sana ne!” diyebilen insan evladı da bulunmaktadır. Ben şahsen kendilerini tebrik ediyorum.


Evet pek muhterem kendim, bu açıklamalar eşliğinde kendini biraz daha iyi hissedebilir; aklını biraz daha başına alabilir, efendi efendi yazıp çizebilir ve hayatını sürdürebilirsin. Zaten bilim dediğimiz, insanın yüreğine bahar tazeliği saçan yumoş bir açıklama biçiminden, ya da ağza ferahlık veren centerfresh bir kaynaktan başka nedir ki?

Hadi git şimdi bir kahve iç, biraz çalış...

Bahariye Bayramı

Kurban Bayramı’nın 3. gününde, havanın soğukluğuna rağmen Bahariye’ye akmış kalabalığın arasında yürüyordum. Bayramı birkaç gün önceden depoladığım filmler eşliğinde içerek geçirme planını başarıyla uyguluyordum. Bu “mükemmel bayram planı”na rağmen dışarı çıkmak, hele de böyle de gürültücü bir alışveriş güruhu ortalığı sarmışken, pek harcım olan bir iş değildi.

Çocuğu-kaptık-dükkan-gezmeye-koyulduk aileleri, çeyizine küçük bir ganimet katmak için anasıyla turlayan “iyi aile kızı tornası” ürünleri, dik saçlarındaki jöleler soğuktan buz parıltısına bürünmüş taze ergenler ve benim gibi yılbaşı hediyesi almaya çıktığı halde konuya dair hiçbir fikri olmadığı için aval aval bakınarak gezenler…

Üstelik bu sefer bir değil iki hediye almam gerekiyordu: Bir yandan eski eşimin iki gün sonraki doğum günü için bir şeyler bulmalıydım, öte yandan işyerindeki yılbaşı hediyeleşmesinde adı yazılı küçük kağıdı çektiğim ajansın sekreteri için…

Bir pasajı baştan aşağı dolaştım. Kıyafetler, kıyafetler, gümüşler, kıyafetler. Hepsi birbirinden zevksiz; zevkli olan nadir parçalarsa birbirinden pahalı. Daha kolay bir yolu olmalıydı; bulmanın, seçmenin, almanın ve vermenin…

Genel olarak hayata karşı kararsız olan insanlar için seçeneklerin varlığı özgürlük değil, baş belası bir durumdur. Kimsenin senin yerine tercih yapmasına izin vermeyecek kadar da tırt bir küstahlık varsa, kararsızlık zihinsel bir masa tenisi maçına döner. İki taraf da sensindir; bir oraya koşturur servis atarsın, bir diğer tarafa zıplar servisi karşılaşsın. Eğer kendine iyi bir rakipsen, setler uzadıkça uzar. Öyle ki bu kararsızlığın kaynağı, her iki durumun artı ve eksilerini en ince ayrıntısına kadar görebilme becerisi ise bunların akıl tartısının iki ucuna yerleştirilmesi günler, aylar hatta yıllar alır. Teker teker, büyük parçalardan başlamak üzere her iki kefeye yerleştirmeye başlasın. En küçük parçaları bile özenle koymayı istemen, kafandaki bütün nöronların ambale oluncaya kadar kimyasal manyağına dönmeleriyle sonuçlanır.

Hani ortada ilk kez karşılaştığın, tek bir “şey”in alınıp alınmaması kararı olsa iş kolaydır. Çünkü burada –onbeş yıldır kendime söylediğim üzere- tek bir kural geçerlidir: Doğru Terazi Seçimi! Bu kural şunu söyler: Pazarcı terazisi, patates tartmak içindir; sarraf terazisi ise altın için. Pazarcı terazisiyle altın tartmaya kalkarsan, tarttığının hakiki değerini kaçırırsın; sarraf terazisiyle patates tartmaya kalkarsan da terazinin ağzına sıçarsın. Sözgelimi; insanlarla kurdukları ilişkilerde hayal kırıklığına uğrayıp mızmızlık yapanlar, sarraf terazisinin içine öküz yerleştirmeye çalışmış olan ahmaklardır.

Ancak işin ucunda geri kalan tüm değişkenlerden bağımsız olmayan, ceteris paribus’un anlık tek-tercih yanılgısının dışında bir seçim meselesi varsa işler karışır. Bir karar tüm rotayı değiştirecektir: Ölene kadar içtiklerin, yediklerin, sıçtıkların, güldüklerin, ağladıkların, kısaca her şey değişecektir. Bu noktada iki kefeli denklem, kararsızlık pazarının olağan siftahsız günlerinden birinin sağlamasını yapmaktır. Bütün pazarcılar tartıyor, bütün müşteriler bakıyor ama alışveriş yok!

Eski sevgilin barışmak mı istiyor? İyi günler, kötü günler… Mutlu anlar, kavgalar… Sıcak bir kucak, farklı beklentiler… Şimdi vaat edilen “Yeniden denemek için çabalayabiliriz”, eskiden söylenmiş olan “Sanırım artık yürütemiyoruz”…

İki iş teklifinden hangisini seçeceksin? Yüksek maaş, az çalışma… Sosyal haklar, sıcak ve dostane bir ortam…

Her seçim, gayet adil gözüken bir ödül-bedel dengesi üzerine inşa edilmiş. Her seçeneğin senden bekledikleri ve sana vermeyi vaat ettikleri arasında kurulan ve asla bozulmayacakmış gibi görünen bu dengede, her seçim aslında Araf’tır. Neyi seçersen seç; bir yakasında cennet, öteki yakasında cehennem olacak. Ödemek zorunda olduğun bedelin türüne göre, bir ödülle karşılanacaksın. Belki de “ödül” kelimesinin, “ödemek” ve “ödün” kelimelerine bu kadar benzemesinin nedeni de budur!

Mango!

Bahariye Mango’nun kadınlara bedava giysi dağıttığı bir gün olmalıydı. Kapıda durup içeriye baktığımda içerideki kadın sürülerini gördüm. Genci, yaşlısı, çocuğu kendi yaşlarına ve türlerine has bir cezbe kapılmış; oradan oraya savruluyorlardı. Daha önceleri oraya girmemek üzere büyük çabalar sarf etmiş, yaz kış demeden dışarı eşimin çıkmasını beklemiştim.

Bu kadar kalabalık olduğuna, daha doğrusu kadınları bu kadar çektiğine göre; “Beğenir mi, beğenmez mi?” sorusunu kafamda fazla çevirip kararsızlığının terazisini daha fazla yalama yapmadan sonuca gidebilirdim.

Güvenlik görevlisiyle gözgöze geldik. Derin bir nefes çekip -bu içime çektiğim son taze nefes olabilirdi- içeriye daldım. Birkaç adım atmıştım ki donup kaldım. Her biri bir o yanan bir bu yana koşturuyordu. Bir grup kadın, karşılıklı olarak merdivende sıkışıp kalmıştı. Bir kısmı evde ya da kapıda bekleyen kocalarına göstermedikleri mıncıklama şevkini yün kazaklar ve deri ceketlerle tatmin ediyorlardı. Kasanın önünde 80 öncesi yağ-gaz kuyruklarını andıran ama onlardan açgözlü bir tüketim hevesiyle ayrılan bir bekleyiş vardı. Dışarı kaçtım.

Derin bir nefes çektim; taze ve soğuktu. İstediğim buydu! Hayır, eve dönmeli ve buz gibi bir bira açıp, yarım bıraktığım filme devam etmeliydim. Buraya geldiğimi unutabilecek hafıza becerisine sahiptim. Hediyeler? Vermesi güzel ama seçmesi zor olan hediyeler? İki gün sonraki doğum günü? Yılbaşı kutlaması?

Geri dönüp içeri girdim. Bu vahşi ormanın derinliklerine dalmayacak, bunun içinde kaybolmayacaktım. Hemen kenardaki eşarp, atkı ve berelere yöneldim. Elimi attığım ilk atkıyı gösterip, imanı çoktan gevremiş görevli kıza gösterdim: “Bunu istiyorum!”

Kararsızlarla ilgili son bilgi: Ya seçeneklerin ikisini de kaybederler ya da ani bir hareketle birini seçerler –ki genelde bu seçtikleri de yanlış olan tercih olur.

“Tabii ki” dedi kızcağız ama daha sonra üzerine “Bunun şuyu yok mu?”, “Şu nerede?” diyerekten saldıran bir grup deli kadının avı oldu. Atkı elimde kalakaldım. Ödeme kuyruğu uzundu: Herkesin binlerce kredi kartı vardı. Onlardan uygun olanı seçeceklerdi. Merkezin POS makinesine verdiği yanıt beklenecekti. Sonra o minik kağıtlar imzalanacaktı. Bedel kontrol edilecekti. Kredi kartı ve fişler cüzdana yerleştirilecekti. Cüzdan çantaya girecekti. Çanta kola geçirilecekti. Torbalar alınacaktı. O güzelim manifaturacılara ne oldu Yarabbim!

Kaçtım. Bir kez daha. Hani şans eseri, renkli Hindistan elbiseleri ve el örgüsü kışlıklar satan o küçük dükkanı görmesem hiçbir şey almadan dönecektim. Buradan bir şeyler alamazsam hiçbir yerden alamayacağımı fark ettiğimden oradaki seçimim çok kolay oldu.

Elimde poşetler eve gitmek üzere Altıyol’dan aşağıya doğru inerken, kaldırımdaki kalabalığa rağmen içim rahattı. Kahramanımız; soğuk havada azalan enerjisine rağmen tekinsiz bir caddeyi baştan sona geçmiş, vicdansız alışveriş kadınlarının ani pençe ataklarını bertaraf etmiş, orospu çocukluğunda ustalaşmış satıcı adamları atlatmış ve nihayetinde de kararsızlık canavarına son darbeyi indirmişti. Bütün bu mücadelede azalan “can”ını da evindeki birasal “medical kit” sayesinde “full” yapabilir, “Mission Completed!” ibaresinin tadını çıkarabilirdi.

Bir ıslık duydum. Yanımdan hızlıca geçen iki üç kız kıkırdaştılar: “Bu ne ya!”

Neyi kastettiklerini ancak birkaç saniye sonra anladım. Uzun boylu, güzel bir kız kalabalığın bakışlarına, gözlü ve sözlü tacizlerine aldırmadan karşımdan geliyordu. Uzun ve biçimli bacakları, bir karışlık mini eteğin altından, onları kavrayan sarımtırak naylon çorapların simlerinden dolayı parlıyordu. Üzerindeki hafif ceket, mini eteğin seviyesinde kesiliyordu.

Önümde yürüyen iki kadından birisi resmen durdu ve dönüp kıza bakarak: “Aa resmen manyak bu karı!” dedi.

İstifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Beni eve götürecek yola saptığımda, arkasını dönen kadınla yanındaki kızın hemen peşim sıra, vakanın yorumu yaparak yürüdüklerini fark ettim.

“Götüne kadar açmış kadın ya!”
“Gösterme meraklısı işte bunlar. Donuna kadar gösterecek illa”

Kulağım onlarda olduğu için biraz yavaşlamıştım. Beni geçtiler. Az önce kıza bakıp “manyak” diyen kadın, içine nasıl sığdığını kestiremediğim kot pantolonuyla, yere yakın götünü savura savura yürüyordu. Pantolonun kıç kısmına, birbiri içine geçen yayları takiben sarı, parlak boncuklar dikilmişti.

“Bu soğukta deli midir nedir?”
“Yok ya dikkat çekmek için her şeyi yapar böyleleri”

Kadının dip boyası gelmiş saçları, soluk bir sarıya boyanmıştı. Yanındaki ise ondan daha genç, siyah saçlı bir kızdı. Belki de yanındakinden bir karış daha uzundu. Her ikisinin de uzun bacaklı, mini etekli kıza öfkelendikleri kesindi.

“Evet ya! Dikkat çekmek için neler yapıyor insanlar!”

Aramızdaki fark artarken “can”ımın hızlıca azalmaya başladığını fark ettim. Belki de yanımdan, son enerjimi de emerek geçmişlerdi. Torbalardaki tüy kadar hafif, yünlü hediyeler gitgide ağırlaşmaya başlamıştı.

“Ya bu kıyafetle Üsküdar’da dolaşsa var ya…” dedi götü yere yakın, sarı saçlı kadın.

“Var ya… Çatır çatır sikerler bunu!” diye yanıtladı yanındaki genç kız,

“Hem de nasıl sikerler!”

Game Over!

Bazen Kusuruma Bakmayın

Yazarı köteklik derecesinde bir şerefsizdir ama aşağıdaki şiiri hislerime tercüman, ruhuma hezeyan bulduğum için fazla lakırdı etmeden koyayım (blog'a ekleme babında) dedim.

BAZEN KUSURUMA BAKMAYIN

Bazen ben
Korkuyorum,
Bazen sen
Çıkınca karşıma
Apansız köşelerinden
Boyasız, sıvasız, kaçak
Bir hayatın.

Bazen ben
Çarpıyorum sana,
Bazen sen
Ben oluyorsun çarptığımda.
Kendime bakıp
Utanıyorum:
"Kusuruma bakmayın!"

Yaman Sert