28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -6

BEN ASLINDA 6 YAŞINDA ÖLDÜM!


Ne zaman, "Kendimi ve hayatı biliyorum artık" desem, ya içimdeki o yer ya da başıma gelen bir olay güzel bir şaplak atıyor suratıma.

Velet sırıtıp kaçıyor...

Kedi kolumu ısırıyor...

Ben de bir süreliğine bilmediğimi kabul ederek ilerliyorum. Sonra bilmediğimi unutuyorum da yine kendimi herşeyi çözmüş bir bok sanmaya başlıyorum. Sonra yine bir şaplak! Kibirlendiğimde beni kendime getiren tokatlar yediğim için şanslıyım.

Hem 'o' hem 'bu'...

Bir ‘o’ bir ‘bu’..

"Lan oğlum harbiden kafayı sıyırdın" diye düşünürken, Profesör Semir Zeki'nin bilinç hakkındaki kuramını öğrendim. Bu Zeki abimiz, bir bütün olarak kurgulanan bilincin aslında yekpare değil, mikro-bilinçlerden oluşan bir toplam olduğunu iddia ediyor. Farklı işleri yapan mikro-bilinçler bir araya gelip süper-bilinci, bütün olarak algılayan bilinci, meydana getiriyorlar.

Semirmiş zeki abimizin bulguları bir yana, sizin de hem "öyle" hem "böyle" olduğunuzu bilmek içimi rahatlatıyor. İçinizde yüzlerce küçük "siz" var. Kendinizi, başkalarıyla elele kurduğunuz benliğinizin bir bütün olduğuna inandırmak için ne kadar da çaba sarf ediyorsunuz, yoruluyorsunuz... Ya da adam bunu kastetmiyor ama ben "nasıl olsa bu yazıyı okuyanlar nörolojiden mörolojiden anlamazlar" diyerek çarpıtıyorum.

İşte bu yüzden herkesin yaşadığı sıradan bir yorgunluğun içinde olduğumu bilmenin mutluluğu içinde- gülümseyerek kendimi anlatmayı sürdürebiliyorum. Bu daha enerjik hissettiriyor.

Ben aslında 6 yaşında öldüm!

Caddeye fırlamıştım annemin elinden kurtulup.

Bir kamyonet fren yaptı. Asfalt öyle bir yaktı ki lastiği, kokusu korkuyla donakalmış o küçük varlığımı esir aldı. O kocaman Desoto yazısına bakakaldım, önündeki küçük delikli örgülere... Sadece ben değil, bütün cadde dondu sanki. Motor kaputunun yüksekliği boyumun iki misli kadardı. Tekerlekler beni altlarına almak yerine, öfkesini kusmuş ve ehlileşmiş aslanlar gibi 1 metre ötemde duruyorlardı. Şoför 1 saniye gecikmiş olsa, yola bakma yerine yanındakine dönüp tek kelime ediyor olsa, o devasa canavarın altında paramparça olacaktım.

Fakat olmadı! Ya da o olaydan sonraki yıllarda beni tanımış olanlar hala olmadı zannediyorlar. Ya da -bir ihtimal- aslında o olay oldu ve o vakitten sonra yaşadığım her şey, 1 saniye içinde parçalanan beynimde dönen, geleceğe yönelik bir düş. Ve sizi, hepinizi, dünyadaki tüm olayları, 6 yaşında bir çocuğun ölüp gitmek üzere olan zihni kurguluyor! Hatta o olay bile, daha önce ölmek üzere olan başka bir çocuğun o son saniyesinde kurguladığı bir düşün parçası olabilir. Ara sıra rüyada gibi hissediyor muyuz kuzum?

Şimdi, her zor durumda kalışımda şöyle diyorum kendime:

“6 yaşında öldüm, ondan sonra yaşadığım herşey bir temaşaydı, tatlı bir oyundu, ölmeden önce gördüğün bir düştü. Son 28 yılın gereğinden fazla yazılmış uzatmalar ve ne güzel ki onun içinde nefes alıyorsun, hissediyorsun, rüyanın keyfini çıkarıyorsun. Yaşadığın her güzel an, böylesine bir lütuf işte! Son 100 bin yılda gelip geçen 20 milyar insandan birisisin ve 6 yaşında o kamyonetin altında kaldın. Bundan daha güzel ne olabilir ki! Bela ise mesele, bir ‘Bu da geçer ya Hu’ çek ve yoluna devam et!”

Hani kendi varlığımın vehmine ve derdine kapılarak unutsam da bu durumu arada, ne aldığım hazlar ne de çektiğim acılar aslında yoklar. Sadece hala devam eden bir seyirlik içinde, ondan yabancılaşmadan hayatı derinlemesine kavramanın güzelliği var. Hüznü ve neşeyi sonuna kadar içine çekerek “Hala varım” demek var!

Ben aslında 6 yaşında öldüm ve keşke gerçekten nefsimi öldürme yolunda iyi adımlar atmış olabilseydim diyorum.

Evet o zaman yazmam için bir neden kalmazdı... Bu kötü mü olurdu?

Size şöyle diyeyim ne anlarsanız anlayın: Konuşmak, yalan atmaktır.

Ne kadar dürüst olduğunuzu iddia ederseniz edin, içinizdekileri kelimelere döktüğünüz an yalan atıyorsunuz demektir. Bundan dolayıdır ki dürüstlük iddiası, şu hayattaki en büyük üçkağıttır! İşte tam da bu yüzden; bu işi katmerlendirerek söz denilen yalanın üstüne, bir de hakimi olduğu zannettiği ikinci yalanı döşeyen insanlar marazdan zavallı hale gelmiş varlıklardır.

Yazmak ise resmileşmiş, başkalarınca kabul edilmiş yalancılık türüdür. Sorgulamadan inanırsınız. Hoşunuza giden bir yalansa, tekrar tekrar okur, dostlarınıza tavsiye edersiniz. Kim demiş insanlar yalanı sevmiyor diye? Bayılıyoruz!

Hani "yazmak, zayıflığımı ifşadan çekinmediğim tek yer demiştim" ya; işin doğrusu, size burada yalan atmayı seviyorum.

Belki bir gün gündelik hayatımın güzel olabilecek anlarında da konuşmamayı, o anı istemsiz yalanlara boğmadan kendi hatrı için yaşamayı öğrenirim. Belki de o zaman martı dövmeyi bırakırım. İçimde cılız bir ışık, belki hepimiz öğreniriz diyor.

Ben aslında 6 yaşında öldüm; ancak şükür ki seyirlik henüz bitmedi!

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -5

SÖZÜN ÖZÜ TÖZE ÇIKAR: İÇSELLEŞTİRİLMİŞ BİR İDEOLOJİNİN TÖZE YÖNELİK SÖZEL YANSIMALARINA GÖSTERİLEN TEPKİ
(YA DA EVET ARADA ENTEL GÖRÜNEBİLİRİM AMA AYNI ZAMANDA DA HEM AGRESİF HEM DE LÜMPENİM, NE BOK YİYECEĞİZ ŞİMDİ?)


Beni tanıyorsanız ve tepkilerimi kestiremiyorsanız dert etmeyin. Ben de kestiremiyorum neye, ne tepki vereceğimi. "Seni seviyorum" diyene tokat attığım; "Bok ye!" diyeni, "Canım ne kadar da tatlısın" diye yanıtladığım olmuştur. (Aşırı tepkilerimden 4 numerolu yazıda bahsetmiştim.)

Fakat dayanamadığım tavır önemsediğim bir insanın , "Ya bu kadar küçük şeyden de kavga mı çıkaracaksın!?" demesidir.

Böyle bir yanıt aldığımda aşağıdaki prosedürü izliyorum:

1) Önemli evrak ve demirbaşı ortamdan çıkar.
2) Gusül abdesti al. Su bulamazsan soyunup toprakta yuvarlan.
3) Aklındakileri sakince anlatmayı dene.
4) Bu kesmezse uzun bir mektup yaz, faks çek, SMS ile çemkir.
5) "Alkol var mı beyefendi?" durumundaysan bağırıp çağır.
6) İçindeki herşeyi at, söylenmedik hiçbirşey kalmasın.
7) Son sözü illa ki sen söyle.
8) Bunlardan sonra bir de insanım diye ortalıkta dolaş. (Hayvan herif!)

Tüm bunlara rağmen karşımdakini ikna edememişsem "tek kelimeden ya da ufak bir hareketten kavga çıkartılmaz" görüşüne katılmadığımı tekrarlar dururum. Neden mi?

BBC'nin yalancısıyım; karşılıklı iletişimin %55'i beden hareketleriyle, %38'i ses tonu ve konuşma hızıyla ve ancak %7'si ne söylediğimizle gerçekleşiyormuş. (Bu bulgular; MSN üzerinden ya da telepatiyle yapılan görüşmelerin neden yanlış anlamalara müsait olduğu ortaya çıkarıyor.)

Öte yandan "%7'lik kısımdan nasıl olup da kavga çıkarıyorsun?" diye ısrarla soracak olursanız, şunu söyleyebilirim: İfade ettiğimiz her söz ve bunun için seçilen kelimeler aslında zihnimizin içindeki büyük ideolojinin dışarı pırtlayan parçalarıdır. Dışarıdan nokta gibi görünen, ancak derinlere indikçe genişleyip büyüyen bir sivilce gibi...

Bir insanın sık sık tekrar ettiği temalara, kelimelere dikkat edin. İnsanlar kendileri bile farkına varmadan içlerindeki derdi, o ideolojiyi inşa eden meseleleri, açığa çıkarırlar. Bir tür yalvarış gibi, içinden atıp kurtulmak istercesine... "Herşey çok basit!" Öyle değil mi?

Sizin için yukarıdaki görüşü bir örnekle soymak isterim. A kişisi bir konu hakkında konuştuktan sonra her seferinde size "Anlıyor musun?" diyor. B kişisi de her konşmasının ardına "Anlatabiliyor muyum?" ifadesini ekliyor. Bu durumda -benim nazarımda- A kişisi itin, puştun, götün önde gidenidir! Kendini bir bok sanmaktadır ve her konunun ardından zeka seviyesinin sizinkinden yüksek olduğuna gönderme yaparak tatmin olmaktadır. Kanımca bu insan müsveddesini dövmek caizdir. Öte yandan, B kişisi ise kendine güveni kaybolmuş, eziiik, tırsaaak (İkinci heceleri konuşmada olduğu gibi yavaşça ve uzatarak okuyun. Böyle vurgu yapmak suretiyle iletişimdeki %93 payı kurtarmaya çalışıyorum. Anlıyor musunuz?) bir garibandır. Kısacası A kişisinden de, B kişisinden de hayır gelmez.

Neticede, bazen ben de önemli gördüğüm insanlarda "ufak" denilen kelimelere ya da durumlara denk gelince deliriyorum. Damlaya damlaya göl olur hacım! Sen bunların her birine "damladır neden maraz çıkarıyorsun?" diyebilirsin ama ortalık göl olmuş, baraj olmuş, tufan olmuş...

"6 yaşında ölmüş insan kavga çıkarır mı, ayıp!" derseniz de, derin bir tefekküre dalma ihtiyacı duymadan:

"Vallahi haklısınız, kusuruma bakmayın!" derim.

Vallahi haklısınız, kusuruma bakmayın!

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -4

ŞEREFSİZİN KARMASI VE KARMANIN ŞEREFSİZİ


Kendime "Şerefsiz" diyorum, haksız sayılmam. Pek çok "ahlaksız" halt yedim. “Suç"larımı hafifletir mi bilmiyorum ama hemen hemen hepsi cinsel içerikli mevzulardı: Nişanlıdır, evlidir, sevgilisi vardır demedim. Yaptıklarımla utanç ya da gurur duymuyorum. Ancak bu eylemlerden dolayı, bencilliğimle, birilerini yaralamış olmam çok muhtemel.

Çapkın diyemem kendime, demeye yeltenen olursa da "suratına tükrürüm". Aranızda benimkinden daha fantastik hadiselere karışmış insanlar olduğunu biliyorum, boş yere temiz numarası yapmayın!

Bu "ahlaksız"lıklarıma karşın rüşvet almadım, dedikodu yapmadım, iftira atmadım, duygusal patlama anları dışında kimsenin canını yakmadım. O anlarda da fiziksel zararın çoğunu kendime verdim.

Bir kez elimde bir kemik kırılmıştı duvara yumruk atmaktan. 20 yaşındaydım. Ya en yakın arkadaşımın suratını dağıtacaktım, ya da duvarı... There is no spoon!

“Boksör kırığı” dedi doktor.

“Sen bir de duvarın halini gör” diye yanıtladım.

“Eğitimli insansın neden böyle bir şey yaptın?” diye azarladı.

"Eh hastanıza böyle bir soru sorduğunuza göre aslında siz de kendi hayatınızdan biliyorsunuz; eşeklik bakidir" demek geçti içimden. Fakat elim o kadar acıyordu ki, "Dayı, şu işi hallet de kurtulalım" dedim.

Aklınızda olsun, ortopedistler çok dedikoducu oluyorlar. Bir de becerikli olsalar! Azarcı doktor, yarım alçıya alarak elimin yanlış kaynamasına neden olmuş, bir daha kırdılar.

Bir de eski eşimle yaptığımız bir kavga esnasında evin camlarını yumrukla indiririrken kolumu yarmışlığım vardır. Kalın, kanlı bir bifteğe atılan derin bir çizik gibi açılıverdi kolum. Aslında sıradan bir hayvan olduğumu o zaman anladım. Sıradan ve büyülüydü. Yarılmıştı ve kanıyordu. "Ben" denilen kurgunun nerede olduğunu düşündüm? "Kafam yarıldı", "Elim kesildi", "Kalbim ağrıyor", "Bacağım seğriyor", "Parmağım kaşınıyor"... Peki "ben" nerede gizli? İşte o an kanayanın kolum değil, "ben" olduğumu anladım. Etten bir organizmayım, mangala beklerim!

Bu vukuat dışında üç beş kapıyı, bir kaç da elektrik düğmesini emekliye ayırdım. Bütün odun ve plastik varlıklardan özür diliyorum, sizi çok kırdım.

Evet bencilce davrandığım çok oldu. Ancak orospu çocuğu da sayılmam; kimseye bile isteye kötülük yapmadım. En fazla içimden gelen bir zayıflığa ya da öfkeye kapılmışımdır. Birilerinin kötü hissetmesine yol açmışsam özür dilerim. Lakin bu özür, bir daha kimseyi kötü hissettirmeyeceğimin garantisini vermez. Benden uzak durmayı tercih ederseniz haksız bulmam sizi. Bazen ben de kendimden uzak durmaya çalışıyorum. Takdir edersiniz ki pek kolay olmuyor. Bu konuda siz daha şanslısınız da... bir gün sizinle koşullarımızın eşitleneceğini hayal ediyorum.

Bencilliğin en başarılı şekilde gizlenerek semirmesini sürdürdüğü yer, duygusallıktır. Müzmin duygusal, "ben hep başkalarını düşünüyorum ama kimse beni düşünmüyor" diye sızlanır durur ama aslında hep kendine isteyen kendisidir. Başkalarının aşkıyla yanıyor gözükse de, aslında kendi hissettiğinin -kendi kalbinin- önemine ve büyüklüğüne takmıştır. Karşıdakinin de kendi hissettiği gibi hissetmesini ve ona aynı değeri vermesini ister. Çünkü kendini en derinden, olduğu gibi açmıştır: Savunmasızdır, kırılgandır, sevgisinin gerçek değerinin takdir edilmeyeceğinden endişe ede ede sevilme ihtimalini de kaçırır.

Ve sonunda muhakkak haklı çıkar: O “Aşığım ben sana, iltifat et bana” dedikçe, karşısındaki kolay elde ettiği bu sevgiden sıkılır ve daha zor sevgilerin peşinden koşar. Daha önce başka bir yazıda da yazmıştım; zor elde edilen sevgi –istisnasız- her insana daha tatlı geliyor. Ki zaten o duygusal da daha zor sevginin peşinden koştuğu için bu haldedir ya! Kimisi devamlı bu halde dolaşır, kimisi ise hiç iplemez. Nadiren böyle olduğum anlarda benliğimi bir başkasının ellerine bırakmak beni tedirgin eder, kaprisli ve huysuz yapar. Ne var ki kırılmasından korktuğun şey, kırılacaktır.

"Etme bulma dünyası" demiş atalar. Ecbeniler de Hint'ten "karma"yı alıp üstün körü kullanıyorlar işte. Karmayı kısaca şöyle anlatabiliriz: Sen birisine pandik atarsan, bir başkası da gelir seni siker! Ona kim ne yapar, ona daha fazlasını yapana nolur gibi meseleler benim şu az çalışan kafamı aşıyor.

"İyilik yap, iyilik bul!" diyor karma. Benim bundan anladığım; gidip pandik yemiş birini teselli edersen, sen sikildiğinde daha büyük teselliyle seni yatıştıracak birisi bulunur.

Harbiden kafam pek basmıyor, ama karma denilen meselenin çok karışık hadiseler silsilesi olduğunu tahmin ediyorum. Bu minvalde, şerefsizin karmasına da ancak "karma şerefsizi" denilebilir.

Karma'nın nüfusu toynaklı, para birimi oynaklı, milli marşı uyaklıdır:

You sure you want to be with me
I've nothing to give
Won’t lie and say this lovin's best
Well leave us in emotional pace
Take a walk, taste the rest
No, take a rest.

Walking through the suburbs though not exactly lovers
You’re a couple, 'specially when your body’s doubled
Duplicate, then you wait for the next kuwait

Karmacoma, jamaica'aroma! (Dört kez söyle -her seferinde içten söyle!)

Birisi bana karmadan bahsedince Antalya'da bir büfede gördüğüm tost menüsü geliveriyor aklıma: Kaşarlı, Sucuklu, Karmakarışık... Sen tostu ısırırsan, tost da seni ısırır! Ama iyi niyetli olup sadece yalarsan, tost da seni yalar. Hatta bu duruma şahit olan büfeci bile seni yalamak isteyebilir.

Ben aslında 6 yaşında öldüm, ama sonrasında bencilliğimden pek çok insan kırdım ve başkalarının bencilleriyle hala kırılabiliyorum.

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -3

İSMİYLE MÜSEMMA

Adınız nedir? Ben durmadan anlatıyorum da kimsiniz? Tanıdığımı zannettiklerim misiniz? Yoksa karanlık taraflarınızda binlerce kuşku mu büyütüyorsunuz?

İsmimle müsemma mıyım bilmiyorum ama bir ismim var maalesef. Her şey gibi buna da bir isim bulmuşlar, “diğerleri”nden ayırt edilsin diye. Ancak “herkes” birbirinden “ayırt edildiği” için, ayırt edilmenin pek de anlamı kalmıyor. Sert ünsüzlerden ve kalın ünlülerden oluşan sıradan bir isim, mahallenin imamı böyle uygun görmüş. Soyadımı ise dedemin katil dedesine borçluyum. Demirci çırağıymış, ustasını öldürüp -nedenini bilmiyorum- bulunduğu kasabadan kaçarak yeni bir hayat kurmuş kendine. İsmime ince ünlüleri ben uydurdum. Yanlış anlaşılmasın el malı değil, dedemin adıdır İsmail. Belki de genetiktir bu usta ile olan dert: Ben de ustamı öldürdüm, sonra akademiden kaçtım. Bana göre değildi orası; çünkü kim olduğumdan yeteri kadar emin değildim. Kim olduklarından emin olan arkadaşlarım yükseliyorlar, “Yolları açık olsun” diyorum gülümseyerek.

İsmimin anlamı (bir kaç yerde kaynağı belirsiz nitelenmekte beraber) İbranice'de "Yüce dağ", "Yücelerde olan" anlamına geliyormuş. Fakat içindeki "a"ya inceltme işareti eklendiğinde, aniden "inatçı at" oluveriyor. Bir kaç kez kafamda bu ikisini birleştirmeye kalktım ve "yüce dağın tepesindeki inatçı at" gibi bir sonuca ulaştım -ki kendimde böyle bir hayvancağızın sonunu kestirecek cesareti bulamadığım için "İsmimle müsemma mıyım?" sorusunu hızlıca kafamdan atmaya çalıştım.

Çocukken, benden 7 yaş büyük ağabeyimle maç yapardık. Evin salonuna koyduğumuz sandalyelerin altı kale olurdu. İddia her zaman aynıdı: HÇ’yi kim kullanacak? Ben yenildikçe bir daha oynardık. Bir kez olsun kazanmayı başaramadım. Fakat artık içim rahat : HİÇ olmanın en güzel yanlarından birisi de bu.

Şaşılası bir durum ama o çocukluk vakitlerinde bir miktar hücreye sahiptim. Şimdi de sahibim, sayısını biraz arttırdım. Eksiğini, fazlasını bilemem. Diğer insanlarınkini saymaya kalkmadım hiç. “Aptal insanlardan nefret ediyorum” diyen insanları sevmem bu yüzden. Kendine göre kıstaslar uydurup, tutarsız göstergelerden yola çıkıp birilerine aptal demek, aptallığa daha yakın geliyor. Sanırım, ben şahsen, gayet aptalım. Bundan da emin değilim. Zira göstergeler belirsiz. Ama elde bir takım ipuçları da yok değil.

Mesela, valide hanım yeni evime yerleşmeme yardıma geldiğinde ağabeyimin sitemini iletti: “Bu çocuk o kadar iyi yerlerde okudu, kafası da çalışıyor. Genel müdür bile olabilecekken neden böyle sürünüyor?” Birader, ne söylesem boş. Belki de adımın ikinci anlamıyla ilgilidir. Ya da aptal olmamla bir bağlantısı olabilir: Kariyerin, paranın, şanın önemli olduğuna inanamadım hiçbir zaman. Onlara harcayacağım vakti ve enerjiyi; hayal etmeye, yazmaya, içmeye, aşık olmaya, sevişmeye ve geyik yapmaya ayırdım. Üzgünüm sizi hayal kırıklığına uğrattım ve bu konuda daha da uğratacağım. Ama bilmenizde fayda var: Asla başbakan olamayacağım!

Ayrıca aynı hatayı binlerce kez yapabiliyorum bazı durumlarda. Ona salak mı deniyordu yoksa? Ah işte o derece aptalım, bunu bile ayırt edemiyorum bazen. Size az sonra insanlığa güvenmediğimi söyleyeceğim. İnsanların bencil varlıklar olduğunu ve çok nadiren sıcaklık yaydığını. Yazının sonlarına doğru, kaçırmanız imkansız! İşte orada, tam da orada, bu bencillikten bıktığımı ve karşıma kim ya da ne çıkarsa alay etmeme karşın, aslında güvenmek istediğimi söylemeyeceğim. Sanırım bunu söylemekten çekiniyor olacağım. Zira o kadar çok örnek üzerinden insanların attıkları yalanlara ve sahte samimiyetlerine şahit oldum ki! Oysa samimi olanlar da var, sıcak olanlar da... Ama onlar da –kimi zaman benim yüzümden- bir başkasına yalan atıyorlar, büyük yalanlar, köklü yalanlar... Bunu da aşağıda yazmak isteyeceğim ama yazmayacağım. Çünkü ben ne dersem diyeyim, insanlık denilen canavar yalanlarla yürüyor. Aptal mıyım? Siz nasıl uygun görürseniz kabulümdür. Bu aptallık mevzusundan mütevellit, arada gizli sarışın olduğumdan şüphelenmiyor değilim. Evet esmerim ve gizli sarışın olduğuma dair elimde yeterli delil yok, farkındayım. Şüphe, insanın kendine oynadığı en ilginç oyunlardan birisi.

Burnum da esmerdir. Eskiden büyük sorundu benim için: Büyük, şekilsiz ve eğri. Uzunca bir süredir alışmış haldeyim. Üstüne üstlük içinde fazladan et varmış. “18 yaşına varınca ameliyat olsun” demişti çocukken doktor, dün gibi hatırlarım. Ameliyat olmadım. Alet bozulursa diye fazladan yedek parça koymuşlar, bir gün işe yarar neme lazım! O nane yüzünden genizden konuşurum. Kolay nefes alamam, geceleri de horlarım. Çoğunlukla ağızdan nefes aldığım için sık sık solunum yolu enfeksiyonu kapardım. Aynı nedenden dolayı midem çabuk kalkar.

Dudaklarım mormuş. Bana söylenene kadar mor olduklarını bilmiyordum. Renk körüyümdür aynı zamanda, Bursa’da askeri okul sınavında elendim. Valide ve peder doğduğumda el ve ayak bileklerimin de mosmor olduğunu anlatıp dururlar. İshalmişim doğduğumda ya da başka bir hastalık ne bileyim! Hemşire olan validenin arkadaşları “Ölür bu çocuk, iki güne çıkmaz” demişler. Oysa 6 yıl dayandım. Sözün özü; hastalıklı itin tekiyim, neredeyse 3 yıldır doktor yüzü görmedim. Bu da inatla ilgili sanırım.

Oysa kellik durumu "yüce dağ"da olmayı çağrıştırıyor. Püfür püfür. Efil efil. Uzun saçlı gençlik hallerim rüyalarıma girdiğinde oturuyor içime. Onların rüzgarda dalgalanmasını seviyordum, başka bir şey değil! Belki de bu yüzden göbeğim kellikle aynı vakitlerde peyda oldu. Eski fotoğraflarımı görenler “Ne çok değişmişsin” diyorlar, “Ne kadar zayıf ve hoşmuşsun.” Aynaya bakınca parlayan bir kelleyle karşılaşmak tuhaf geliyor.

Bir 28 yıla, buna da alışmayı umut ediyorum.

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -2

AÇTIĞINIZ MAKİNEDEN ÇIKAN FAZLA PARÇALARI NASIL DEĞERLENDİREBİLİRSİNİZ?


Burada durmadan "kendimleri" anlatıp duruyorum. Megaloman değilim. Öyle olsaydım "ben" dediğim, bir koleksiyon gibi gelmezdi; en “bütün”, en “muhteşem”in O olduğuna inanırdım. Oysa benlik parça parça, yamalı bohça!

“Takımı bozamayız abla!”

Ne gülüyorsun adamım, anlattığım senin hikayen!

Sadece kendime değil, sana da diyorum. Senin sadece bir kısmını almak isteyenler için takımı bozma. Neysen osun işte, ne olacaksan o olacaksın farkına varmadan. İçindeki kötü ve can sıkıcı özellikler de iyi ve keyif vericilerle beraber akacak mecrasına. Sadece SEN, içindeki tatminsizliklerden ve kavgalardan ve belalardan kurtulmayı arzu ediyorsan gir seyr-i sülûk’a! İnsanlar, sana laf atıp duracaklarına önce kendi defolarına, arazlarına baksınlar. Sadece aşkta incitir oysa -saçma bir şekilde- uymayan parçalar!

“Romantik tarafını alsam ama kaprisli kısmı kalsa?”

“Sorumluluk alsın, benimle ilgilensin ama beni rahat bıraksın ve kıskançlık yapmasın!”

Şimdi bu makineyi parçalayın; parçaları yıkayın, yağlayın; yeniden birleştirin. Oldu mu size farklı bir “benlik”? Pırıl pırıl, cillop gibi... Araya sıkışan kirden, pastan arınmış, rektifiye, bayandan az kullanılmış, ful aksesuar... Oh ne ala hayat!

“Eski benliğinizi getirin peşinata sayalım, yeni benliğinizi içinize sokalım!”

Yazmak yeni bir benlik vermiyor ne güzel! Sadece halihazırda olanın parçalarını anlamayı ve onların muhtemel ahenkli hallerini hayal etmeye olanak veriyor. Makineyi her söküşünüzde fazladan parça mı çıkıyor? Bir yerlerde terslik var! Öykü yazın, şiir yazın, resim yapın derim. En azından içeriden çıkan parçalar bir işe yarasın.

Öykü yazarken başkalarını anlatır görüneceksiniz. Resim yaparken başkalarını çiziyormuş gibi olacaksınız. Oysa makineden fazladan çıktığı hissi uyandıran parçalarla yapıyor olacaksınız bunları. Mesela öykü yazarken başkalarını anlatmaya çalışsam da, biraz "ben"le oynuyorum. Bir başkasının hayatı üzerinden bakıyorum kendime. Oysa burası, blog, daha özgür bir alan. Sınırsız saçmalama hakkı tanıyor. İçimde beni durdurabilecek tek kaygı, bu yazıları okuyan ve muhtemelen sayıları otuz – otuz beşi geçmeyen insanların hakkımda ne düşünecekleri. Bu da çabuk geçiyor; buraya beni tanıyan insanların ulaştığını biliyorum. Belki de en çok çekinmem gereken onlardır.

"Yok be oğlum" diyorum, “iki hiçlik arasında geçen bir ömürde rezil olsan ne olur?"

Sakinleş, rahat ol! Kendi kendine bir deney yapıyorsun diye düşün. Birkaç insan da buna tanıklık ediyor, birkaç tanıdığın senin hayatını teşhir ettiğin kadarıyla röntlüyorlar. Aslında her şeyi anlatmıyorsun ve istesen de anlatamayacaksın. Zaten sen 6 yaşında öldün.

Evet, kendimle ilgili bir derdim olduğu için yazıyorum. Sadece buraya değil, herhangi bir yere yazışım, başka bir şeyle alakalı mı bilmiyorum. Derdimin ne olduğunu hissediyorum ama hakkıyla kestiremiyorum. Muhtemelen sizinkinden dha büyük ve fazla bir dert değildir. Gündelik hayatımı sürdürememe izin vermeyecek bir psikozun içinde debelenmiyorum. Çoklu kişilik bozukluğundan ya da şizofreniden muzdarip değilim. Sadece içimdeki benlerle konuşmaya başladım, şimdi ise susmuyorlar. Kendi egomla kavga ediyorum ve bu aleni ve gürültülü oluyor. Derdim önemli mi? Kesinlikle değil! Bu, güneşli bir günde yemyeşil bir ovada yalınayak koşturmakla yaşanması gereken bir hayat. Geri kalan her dert, bütün kaygılar saçma ve gereksiz. Fakat bunu akılla düşünüp, dille söylüyorum.

Dille söylenenin yürekle teyit edilmesi ancak mücadeleyle olur. Çünkü akılla bilmek yürekle kavrayabilmekten daha zor, O sırıtkan piçi gerçekten severek zilimi çalıp kaçmasını engellemek istiyorum. Deniyorum. Hayattaki her konuda tek başıma beceremiyorum bunu. İnsanlığa da güvenmiyorum. Bir ayrıcalık olamaz mı? Bir istisna? Bir seferlik?

Yazmak, zayıf görünmeye dair duyduğum korkunun kaybolduğu yegane alan. Koskoca ve kapkaranlık bir kuyu, günah çıkartıcı rahip, her gün gidilen psikiyatrist... Ve aynı zamanda kuyuya atan, günaha iten, delirtmek için uğraşan...

Fakat herkes gece başını yastığına koyduğunda kendisiyle olan dertleriyle boğuşmaz mı? Herkes her gece yatağına girdiğinde biraz delirmez mi? Sokak lambalarının tavana yansıyan ışıkları kendi ruhunun dalgalanmalarına benzetmez mi insan?

Perdelerin o anki durumu belirler oraya nasıl düştüklerini. Çok mu sıkışıktır, çok mu dağınık? Örtülü müdür tamamen? Yoksa her ışığa açık? Sonra yoldan geçen arabaların farları girer devreye. Gece ıssızlaşan bir banliyönün güvenli sokaklarından fazla araba geçmez. Eğer eviniz otoban kenarında ise tavandaki yorucu vals bir türlü dinmek bilmez.

Burası, tam da burası, benim gece uyumadan önce izlediğim tavanım. Bakıp bakıp içimdeki oynamaları temaşa ediyorum. Onu bir psikiyatra, profesyonel bir ruh okuyucusuna göstermek istemiyorum. O varlığa, bilinçdışı akışa, zilimi çalıp kaçan çocuğa, elimi ısıran kediye ihanet etmek gibi geliyor. Onun güzelliğini ve şirretliğini görmek ve onlarla kabul etmek istiyorum, konunun uzmanı bir doktor tarafından yakalanıp iğdiş edilmesini değil! O piç yüzünden, kim olduğumdan emin olamasam da; onu bir ruh avcısına verip, meraya salınmış bir malağa döndürmelerine izin vermeyeceğim. Bu yüzden buraya yazıyorum, çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dilerim. Sizi gidi pis röntçüler! Ben teşhirci olabilirim ama siz neden röntlüyorsunuz? .

Madem öyle, bir şey desenize! Ele geçiremediğim kendime, en azından bu kadarını borçluyum değil mi?

Sahi siz napıyorsunuz?

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -1

KİMİM BİLMİYORUM

Ben aslında 6 yaşında öldüm. Şu anda kimim bilmiyorum.

Bazen bilecek gibi oluyorum, bilmeye çok yaklaştığımı hissediyorum.

Hani şöyle bir adım daha atıversem, o kaygan ve kıvrak benliğimi sanki yakalayıvereceğim de "Evet, ben buyum!" diyebileceğim. Heyhat yakalayamıyorum! Her tutmaya çalıştığımda karşıma dikiliyor:

"Senden daha fazlasıyım" diyor bana, "senin bildiğinden ve olduğunu zannettiğinden daha farklıyım!"

O vakit tutmaya uğraşmayı bırakıyorum. Salıyorum kendi haline, yeniden yaklaşırken pis pis gülüyor. Zili çalan ama yakalanmayacağını da bildiği için kaçmaya yeltenmeyen sinir bozucu bir velet karşımda sırıtıyor. Gerçek anlamda kızamıyorum da! Çünkü her nesne kendi doğasınca deviniyor. Çok sevdiğin ama durmadan tepene sıçrayıp seni ısıran bir kediye kızamamak gibi: Canını sıksa da, acıtsa da anlık bir öfkeyle, “Siktir lan!” demek dışında laf edemiyorum. Atsan atılmaz, satsan satılmaz; arada şımartılmak istiyor.

İnsanlar nasıl olduğuma dair birşeyler söylüyorlar. Ben de onların nasıl olduklarına dair birşeyler söylüyorum. Birbirimizin nasıl olduğuna dair birşeyler söyleyip duruyoruz. Konuştukça bulandırıyoruz, örtüyoruz birbirimizi. Aslında örtmek için birbirimizin nasıl olduğu hakkında konuşuyoruz. Kendini tanımlamaktan acizken bir başkasına bunu yapmak; ancak ve ancak ele geçiremeyeceğin bir başka benliği, istediğin forma sokmaya çalışmak anlamına gelebilir. Asla sirayet edemeyeceğimiz için yeniden tanımlıyoruz. Bir başkasına onu anlatmak, bir tür kara büyüyle onun ruhunu ele geçirmeye çalışmaktan farksız. Onları allayan pullayan laflar edip zayıf noktalarından sızmaya ve iradelerini elimize almaya çabalıyoruz. Gözümüze nasıl göründüklerini anlatıyoruz; ne kadar harika olduklarını. Bunu da büyük bir samimiyetle yapıyoruz, yalan değil! Gerçekten de öyle olduklarını düşündüğümüz için söylüyoruz güzel sözleri; onların bizi sevmesini istediğimiz için yapıyoruz.

Sevdikleri insanlara, nasıl muhteşem olduklarını anlatanlar, kesinlikle, cadılık suçundan dolayı ateşte yakılmalı!

Fakat bir başka noktadan bakınca da, yeryüzünde halihazırda yaşayan 6 milyar homo sapiens’ten birisiyiz. Böyle olmanın önemsizliğinden kurtulmak adına için için kıvrandığımız düşünülürse; belki de o kadar da kötü bir hareket değildir bu, öyle değil mi? Herkes ölümlü bir varlık oluşun zavallılığını telafi etmeye çalışmıyor mu? Cadılar da, kurbanlar da aynı değiller mi aslında! Özel hissettirmek ve özel hissetmeyi istemek gerçekten kötücül mü, yoksa insan olmanın kaçınılmaz zaafı mı?

Daha önce söylemiş miydim, ben aslında 6 yaşında öldüm.