http://kafayollariharitasi.blogspot.com/

Sizi -ailecek- Kafa Yolları Haritası'na bekliyoruz...

Gelmezseniz darılırız! (Yok lan umrumuzda olmaz, sadece eyyam yapıyoruz hahaha.)

Elmadağ Nağmeleri - 5

TABULA RASA

Saat 4... Az önce bir rüyadan uyandım.

Aşağıdaki yazının blogtaki son yazı olmasını planlamıştım. "Martıboku'ndan dersimi aldım" demiştim. Fakat alınması gereken bir ders daha varmış.

Bir rüya gördüm, yine tuhaf bir rüya. Daha önce gördüğüm tuhaf rüyalar gibi sıkı bir şaplak attı.

Bir ses duydum, görüntüsüz bir ses:

"SANA VERİLMEYECEĞİNİ BİLDİĞİN ŞEYE KARŞI SEN HÜRSÜN, SANA VERİLMESİNİ TAMAH ETTİĞİN ŞEYİN İSE KÖLESİSİN "

Ataullah İskenderani'nin bu sözünü yıllar önce okumuştum ve arada da kullanmıştım.

Ancak körlüğümden görememişim bir süredir. Aklımdan çıkıp gitmiş -ki akılla bilmek ve gönülle kavramak arasındaki fark da bu sanırım!

Rüyamda gözüm açıldı: İnsanın nefsi aklında ya da yüreğinde büyüttüğü şeyi arzular, arzuladıkça daha da büyütür. Bu lafı ilk kez akılla değil gönülle bildim. Rüyamda oldu bu, içime işledi. O küçüldü, yok oldu.

Saat 4... Uyandım, hafiftim. Karanlık tavanı seyrettim: Bomboştu, tek yansıma yoktu. Gülümsedim.

Bu gece rüyamda, tamah ettiğim bir şeyden kurtuldum: Hürüm...

Elmadağ Nağmeleri - 4




ŞİMDİLİK TÜM MARTI BOKLARINI KURUMAYA BIRAKIYORUM

Yukarıdaki resmi, sevgili dostum Vildan, beni Elmadağ'daki evimde ziyaretinin ardından yapmış.

Martıboku'nu martının kıçından içeri sokacak kadar güzel bir resim!

"Martı"nın ne olduğunu bu kadar çabuk anladığın ve böylesine güzel anlattığın için sana çok teşekkür ederim Vildan.

Son iki yıldır, "martı" merakımı sorup durdu insanlar, kimi zaman müstehzi bir gülümsemeyle takılarak... Martılardan ve Alexis Karamargas'tan neden bu kadar bahsettiğimi ben de bilmiyordum başta. Sonradan anladım ve aşağıda yer alan alıntıyı yazdım. 18 Ocak 2007 tarihinde, bu blogta tam da şöyle demişim (Bkz. Transandantal Martı Dövme Sanatı) :

"İnan hayat çok tuhaf ya! bazen sen de farkına varıyorsun biliyorum. Hani martı dövmekten gelirken, bazen ellerine bulaşmış oluyor ya kendi yüreğinin kanı. İşte en tuhafı da o! Ben soranlara "benim kanım değil" diyorum, "kendimin kanı!"

Şuna karar verdim hacı: Herkesin kendisiyle o ya da bu şekilde bir derdi var! Lan aslında çok basit bir denklem; insan tuhaf bir varlık derler ya -yukarıda ben de demişim mal gibi- aslında tuhaf filan değiliz. Aksırmamız, tıksırmamız nefes alırken su içmeye kalkmamızdan.

Bugün birisi, "ben kendimi seviyorum ya sen?" dedi. Ben de "sevmesem niye durmadan döveyim ki!" dedim. İyi demişim değil mi? Kendini gerçekten sevmeyenler dövmeye korkarlar. Hani bir fiske bile atınca parçalanacaklarını sanırlar. Sahte özgüvenden korkarım ben hacı! muhakkak hem kendine, hem çevresindekilere zarar verir."

Yazıların çoğunu okumuş olanlar Martıboku'nun nasıl bir arena olduğunu anlayacaklardır ama -sayfanın tepesindeki bantta da yazdığı üzere- bir tür teşhir alanı burası: Kendi içimde yaptığım kavgaların dile gelip görünür olduğu bir mecra. "Yazmak, başkalarına zayıf görünmekten korkmadığım tek yer" demiştim. İşte Martıboku, bana tam da bu lüksü sağladı.

İnsanlar kendisiyle kavga edenlere "sorunlu" diyorlar genelde. Pek çok insan kendiyle kavganın daha ilk raundunda özellikle yeniliverir. İnsanlar hemen kendilerini haklı çıkarmayı çok seviyorlar: Çünkü içleriyle, tutarsızlıklarıyla, korkularıyla yüzleşecek, onlarla dalaşacak cesaretleri yok! Ben de pek çok kez böyle yapıyorum. Fakat kimi zaman beni bu tuzağa düşürenin nefsim olduğunu fark ediyorum. Savaşmayı deniyorum. Bunu deneyip burada ifşa ettiğim için kendimi üstün görüyor filan değilim; bazı şeylere kader mi demek gerekir bilmiyorum. İçimden böyle yapmak geldi, ben de yaptım.

Kendini olduğun gibi kabul et diyenlerden haz etmiyorum. Sanki kendinle barışmak denilen mesele, bencilliğini kabul etmekmiş gibi... Böyle yaparsan korkularını kim yenecek? İçindeki ejderhayla savaşmadan barışı hayal etme! Çok kolaylıkla -hiç farkına varmadan- onun öğünü olursun...

Saydamlaşmak!

Geriye dönüp baktığımda bu yolda tökezleyerek de olsa yürüme çabamı Martıboku'na taşımış olduğumu görüyorum. Doğru yolda mıydım, yoksa zaten doğru yolu insan kendisi mi çizer bilmiyorum. Bu yüzden "hakikat" denilen alanda aksırıp durdum.

Şimdi yolun bu kısmında, yüzeye çıkıp biraz nefes almaya ihtiyacım var: Devre arası...

Her akıllı varlık gördüklerinden ve okuduklarından, aklı ölçüsünde dersler çıkarır sanırım.

Ve herkesin aldığı derste sadece kendine gözükse de, aslında o ders bize insanlara karşı nasıl daha iyi olabileceğimizi öğretmek için var.

Ben Martıboku deneyiminden kendi dersimi çıkardım...

Sizinkini bilemem!

Elmadağ Nağmeleri - 3

ŞİMDİ ELMADAĞ'DA,
BİR ZAMANLAR ANTALYA'DA...

Evden çıkmadan önce balkondan dışarı bakıyorum. Dışarıda sisli, pis bir hava var. İnsanın içinde bütün perdeleri çekip, tatil uyuşukluğuyla eve gömülme isteği uyandıran türden.

“Aslında tam evde geçirilecek gün!”

“Öyle mi?”

Dışarı çıkıp biraz dolaşmalıyım: Öyküde bir takım taşları yerine koymuşum ama uymayan bir parça çıkıyor hep. Söküp yeniden yerleştiriyorum. Olmuyor! Yeni bir temel atmam gerekiyor. Yaman kimden dayak yiyecek? Sonra da kimi, neden enseleyecek? Taksim’e gidiş, Danışman’da bir bardak çay, geri dönüş…

Mahalle öylesine tuhaf bir sessizliğe bürünmüş ki hiç kimse televizyonunu açıp, şu uyduruk evlendirme programlarının tekrarını izlemiyor sanki. Sadece pencereleri sımsıkı örtülü, köhne bir ahşap evden tekno müzik gümbürtüsü geliyor. Belki de yasalardan dolayı kazma vuramadıkları evi yıkmak için yeni bir yöntem deniyorlardır.

Babil Sokak’tan yukarıya, ana caddeye doğru yürürken karşımdan yerden bitme, yeni yetme üç kız geliyor. Gülüşerek aşağıya inerken bir yandan da bağıra çağıra konuşuyorlar:

“Ya siktir et onu” diyor bir tanesi.

“Neden yaa?” diye soruyor yanındaki.

“Amını siktiğiminin orospusu işte!”

Benzer bir afallamayı en son Bahariye’de yaşamıştım ve orada da hiçbir şey duymamışım gibi yoluma devam etmiştim. (Bkz. Bahariye Bayramı.) Bu sefer bu lafı eden kızın yüzüne bakıyorum. Siyah saçlı, beyaz tenli, ufak bir yüzü var.

İnsan zihninin ne kadar garip bağlantılar yaparak çalıştığına dair ayrıntılı bilgim yok. Ancak bazen bir koku duyarsınız, çocukluğunuzdan kalma bir koku... Yıllar boyunca hiç karşılaşmamışsınız ve unutmuşsunuzdur. Sonra ummadığınız bir anda yeniden çalınır burnunuza ve çocukluğunuzdan kalan, hatırlamadığınız birkaç anı, kendilerini gösteriverir.

Kızın yüzü ve sözü, tozlu bohçamı aralıyor. Yüzü Antalya’da tanıdığım bir kıza benziyor, “Orospu” lafı beynimde yankılanıp duruyor.

Bir zamanlar Antalya’da bir kız tanımıştım.

Yan apartmandaki komşumuzun üç kızının ortancasıydı. Kızların her biri birinden güzeldi ki mahallenin bütün delikanlılarının peşlerinde olması yetmezmiş gibi, mobiletli birkaç sanayi yiğidi de sokakta tur atıp dururlardı. Onlar ise bu aç kurt sürüsünü izlemenin tadını, kısacık şortlarıyla ikinci kattaki balkonlarında çay içerek sürerlerdi.

Mahallenin gençleri olarak top oynarken bile gözümüzü onlardan alamaz, onları kesip dururduk. Tek derdimiz, kısa etekle çıktıkları balkondan bize işe yaramaz böceklermişiz gibi bakarlarken, bacaklarını külotlarına kadar seyredebilmekti. Gerçekten de işe yaramaz böceklerdik! Bizim böcekliğimiz, onların bacaklarının değerini daha da arttırıyor; ikinci kattaki saat beş çaylarını daha önemli bir seyirlik haline getiriyordu. Balkona her çıkışlarında mahallenin gençleri tarafından dikkatle takip edildiklerini biliyorlar; bunun tadını keyifli ve gürültülü kahkahalar atarak çıkarıyorlardı. Salyası aka aka, tam da bu salyasının akışından dolayı erişemeyeceği kadar değerlendirdiği bir güzelliğe dalan am budalalarıyla kim dalga geçmez ki?

Mahallenin çirkin ve bodur kadınlarının dedikodularına göre babalarının eve ilgisizliğinden oluyordu bunlar. Adam "kaygısız"dı ve kadın ise “yollu”... Açıkçası anaları gerçekten de cahil, hafifmeşrep ve kavgacı bir kadındı: Bir komşuyla tartışırken tam "mahalle karısı" ağzıyla konuşur. Bir süre sonra karşısındakini sindirir ve muzaffer bir edayla, kırıta kırıta içeri girerdi. Ablasının oynaşı olarak bildiğimiz delikanlının, baba evde yokken gelip gittiğine defalarca şahit olmuştuk. Bir ara “sözlü” oldukları söylense de, babanın bu işten haberi olmadığı kesindi.

Benden iki yaş küçük olan ortanca kız Arzu’da, diğerlerinden de anasından da farklı bir özellik olduğunu düşünürdüm. Üç dört metre yandaki apartmanın dördüncü katındaki evimizden görebildiğim kadarıyla kitap okumayı seviyordu. Orada tamamen kendisiyle iken, mahalleden geçen mobiletli gençlere gülücükler atan ya da aşağıdaki böceklerin kayıtsızca açılan bacaklarını izlediğini bile bile sandalyeye oturup sırıtan kız gibi değildi. Balkonun geniş alınlıklı demirlerin köşesine yerleştirdiği şiltesine uzanır, kimi zaman gülümseyerek kimi zaman da yüzünü asarak -ve hatta bazen birkaç damla yaş döktüğü gözlerini silerek- kitabını okurdu.

Benim böcekleşmediğim zamanlardaki halime benziyordu: Kendi içine dönmüş, karşısına çıkan her şeyi öğrenmeye çalışan, daha doğrusu üstüne biçilen kıyafeti sorgusuz kabul etmektense altında ne olduğunu anlamaya çabalayan…

Aynı muhiti paylaşan gençlerin gereksiz konuşmaları dışında birbirimizle gerçek anlamda muhatap olmamız, bir yaz Kur’an kursuna başlamasıyla oldu.

On beş yaşındaydım. Asıl mesleği yorgancılık olan imam, çocuklara sure ezberletme ve Arapça’dan Kur’an okutma görevini, bir yıl önceki kursta Arapça okumayı sökmüş olan bana ve yine yan apartmanda oturan kankama vermişti. Cami içinde kovalamaca oynamaktan yorgun düştüğümüz vakitlerde çocuklara sorumlu oldukları sureleri okutturuyor ve yanlarında getirdikleri listeye imza atıp bir sonraki ödevlerini veriyorduk.

Arzu, camiye bir süre devam ettikten sonra bilmediğim bir nedenden dolayı ( anasının marifeti olduğunu tahmin ediyorum) kursu bırakmıştı. Buna rağmen bir gün benden, ona dini bir kitap vermemi istedi. Ona kitabı verdim. Sonra bir kitap daha... Arada bir apartman altında görüşüp konuşmaya başlamıştık. Benden iki yaş küçük olmasına karşın, çok daha olgun davranıyordu. Bire birde daha soğuk ve mesafeliydi. Ancak zamanla. iletişimimiz biraz daha gelişince din dışı konularda da konuşmaya başladık.

Onun balkonun altından göründüğünden farklı bir yüzüyle karşılaşıyordum: Aynı seviyedeydik. Keyifli, hoş sohbetine karşın, kimi zaman ufak tefek konularda bile alınganlaşıp hırçınlaşıyordu. Özellikle mesele bir şekilde ailesinden açılmaya görsün! O rahat ve her şeyle dalga geçen kız gidiyor; yerine bir bardak suda fırtınalar koparan, kırık bir kızcağız geliyordu. Mahalledeki herkesin arkalarından konuştuğunu bildiğini söylüyor, özelikle birkaç kadına verip veriştiriyordu. Ardından toparlanıyor, yine umursamaz bir kızcağız oluveriyordu.

Kitaplar dışında herhangi bir şeye olan saygısı ya da sevgisi hemencecik bitiyordu; bir gün sevdiğini öteki gün sevmiyor; bir gün taptığını ertesi gün lanetliyordu. Doğal olarak bacaklarını izlemek için mahalle duvarına oturan delikanlılara ya da apartmanlarının önünde bir aşağı bir yukarı mobiletle turlayanlara saygı duyması beklenemezdi. O zamanlar kendi güzelliğine tutkun, hani neredeyse kendine aşık, olduğu fikrine sahiptim. Böyle davrandığına göre kendini yıkılmaz, büyülü, görkemli bir kale olarak görüyor olmalıydı.

O özgüven abidesini, çok kısa bir süre için yakından görmüştüm. Balkonda otururken güzelliğiyle büyülenmiş erkeklere sakince gülümsediği zamanlardaki ifadesini bir an bırakmış; kısa bir süreliğine eteğinin altına değil de kabuğunun altına bakmama izin vermişti. Orası, dışarıdan çok farklıydı! O keyfe keder tavırlarının altındaki büyük kırgınlık hemen karşımda ortaya çıkıyor; Arzu, kitap okurken gülen ve ağlayan kıza dönüyordu.

İşte o zaman onunla ilgili önyargım tersine döndü: Her ne kadar aşık görünse de, aslında sevmediği ve kaçmak istediği tek varlığın kendisi olduğunu düşünmeye başladım. Üstüne biçilen donların altında, "kendi hissettiğinin" ne olduğunu anlamaya çalışsa da çabası yeterli gelmiyordu. İnsanların onu içinde görmek istedikleri elbise o kadar şatafatlı ve görkemliydi ki o bile bunun verdiği güce kapılmıştı. Görünmeye çalıştığı kişiliğe kendisi de inanmaya başlayınca tüm o kendini merak ve çaba boğulup gidiverdi; kırılgan kız daha da içine gömüldü.

Ona güç veren maskesi, alttaki yüzünü ele geçirmişti. Balkonda okumayı; okurken de gülüp ağlamayı bıraktı. Balkonda bacaklarını daha fazla açmaya ve aşağıdaki böceklerle açıktan dalga geçmeye başladı. Ben ise artık ona bakamıyordum. Aklımdan sadece, "O anası olmasa, bu kızdan birşeyler olurdu" fikri geçiyordu. Onun anasının artık olmamasını diliyordum. Fakat o hep oldu!

“Mahalle baskısı” illa ki insanların başını kapatacak değil ya, kimi zaman insanları daha fazla “açıyor”! Zaten bir kere adın çıktıktan sonra, ağzınla kuş tutsan faydası yoktur. Öyle olmadığını ispat etmeye çabalamak yerine yüzüne yapışan maskeyi benimser, sana bir güç veriyorsa da keyifle kullanırsın. Sana yapıştırılan ya da senin kendine yapıştırmak istediğin bütün kötü sıfatların kaderidir bu. Eğer bu sıfat başkaları tarafından yapıştırılmışsa bir yandan ondan kaçmak istersin ama öte yandan da sırf o lafı diyenlere inat olsun diye "öyleymiş gibi" davranmaya başlarsın. Bir süre sonra davranışların, o kırılgan ve değişken kişiliğine sirayet ediverir, "o" olup çıkarsın. Ya da yaptığın bencilliklerin bir günah çıkarması olarak o kötü sıfatı kendi kendine giyersin de, insanlar bu sıfatın kötülüğüyle büyülenip -ışığa koşan pervaneler gibi sana yapıştıkça- daha da keyif aldığını ve daha da bencilleştiğini fark etmezsin. O sıfatı üstünden atmak istediğinde de çoktan iş işten geçmiştir. Ama içinde kopan fırtınaları dışarıya göstermez, sadece kendinle kaldığın anlarda hıncını gözyaşı dökerek çıkarırsın.

Arzu, kitap okurken gözyaşı dökerdi bazen. Belki sonra kitap okumaya ve ağlamaya odasında devam etmiştir, kendini daha da gizleyerek...

İnsanlar eve gelenler hakkında daha çok konuşmayı sürdürdüler. Bunları işiten baba, anayı dövmeye, daha çok dövmeye başladı. Sonra bir güz vakti mahalleden alelacele taşındılar. Yıllar sonra büyük kızın kocaya kaçtığını, Arzu’nun ve küçük kızın “100 dolarlık profesyoneller" olduklarını duyduğumda nedense hayrete düşmedim. Ah o anası olmasaydı!

Elmadağ’da yanımdan küfrederek geçen üç kızı işittiğimde bu geliverdi aklıma. Sadece küfrü edenin yüzüne baktım; Arzu’ya benziyordu.

“Orospu” diye suçlanan insanlar bir süre sonra gerçekten de “orospu” olurlar.

Bir zamanlar Antalya’da bir kız tanımıştım...

Kendisine “orospu” denile denile “orospu” oldu.

Elmadağ Nağmeleri - 2

TEKİNSİZ TEPELER

Dolapdere Caddesi’nin kararsız bir bıçak gibi yardığı iki tepe; birbirlerinin düzensiz, orantısız ve benzersiz binalarını izleyerek karşılıklı uzanıyorlar. Bir tarafta Kurtuluş’un altında kalmış Eskişehir ve Bozkurt mahalleri; öte tarafta ise Elmadağ’ın yer yer dökülen İnönü’sü ve Ergenekon’u…

Tam ortalarındaki yarıkta boylu boyunca çocuk işçilerin terleriyle ağaran oto tamircileri, onlara bol içyağlı köfte ve salçası az kuru fasulye yapan lokantalar, ürettikleri vitrin modellerini yirmi beş metrekarelik yekpare cam vitrinin ardında teşhir eden atölyeler dizili.

Kış zamanı kaçak kömürün asgari ücret kokusuyla renksizleşen gündüzler, vakit bahara döndüğünde, tepeleri dolduran binaların güneşin acımasız dürüstlüğüyle daha da çarpıklaştığı bir panayırı ağırlıyor. Geceler ise -yaz kış demeden- patronlukları sokakta sürten uyuz türdeşlerine geçen özgürlük kıskancı bekçi itlerin hâkimiyetinde…

Ancak bazen, şehir iyiden iyiye uykuya dalınca bir sessizlik oluveriyor bu tepelerin arasında. Evlerden tek tük sızan yaşam belirtileri ve kavuniçine çalan seyrek sokak lâmbalarının cılız ışıklarıyla, şehirlerarası bir yolculuk sırasında bir saniyeliğine görülen bir yol-üstü Anadolu kasabasının ürkütücü yalnızlığı çöküveriyor. Yorgun ve aceleci otobüs şoförünün gazı köklemesiyle, demir direkten dökülen ışığın tek katlı briket bir evi, evin bahçe duvarını ve duvarın dibindeki römorku, telaşla uykulu gözlerinizden içeri sokuvermesi gibi.

Kocalarının karşı konulmaz teşebbüslerinden kaçamamış dilsiz Kürt kadınlar, ertesi gün çocukları sokağa salıvermenin planlarını yapıyorlar.

Bütün gün mahallede top koşturan çocuklar, babalarından akşam dayaklarını yiyip çoktan uyumuşlar.

Futbolcu olma ümidiyle Kara Kıta’dan kopup gelen bedbahtlar, lokantalarda bulaşıkçılık yapmaktan bitap düşen ellerinin hesabını yetenekli ayaklarından soruyorlar.

Ocakbaşı lokantaların personelleri, ızgara kokan gömleklerini çoktan karılarına yıkatmış, ağrıyan bacaklarındaki kara suları ertesi güne kadar kıyıda tutma derdindeler.

Güvenli kıyılardan çoktan uzaklaşmış bacaklarıyla gece mesaicisi travestiler, sadece-ailesine-muhafazakâr müşterilerinin asla dile getirilmeyen sapkınlıklarını kendi günahsız koyunlarına alıp uyumaya hazırlanıyorlar.

Nedensiz bir bozkır muhafazasına girişip Anadolu’ya sürüklenme konusunda bin yıl geç kalmış Orta Asyalılar, çevirmenlik yaptıkları turizm ofislerinin patronu olmanın düşünü kuruyorlar.

Tam böyle bir anda, Orta Asya'dan daha önce gelmesine rağmen bulunduğu yeri hâlâ anlayamamış birisi balkona çıkıp derin bir nefes aldığında içine mutluluk doluyorsa; hayat, tekinsiz tepelerin keşmekeşinde bile böylesine güzel ve huzurlu olabilecek kadar gür bir kaynak demektir.

Bütün komşu hayatlarını aklımda teker teker mahalleye yerleştirip balkona çıkıyorum…

Elmadağ Nağmeleri - 1

MUHİT

“Beyoğlu ilçesinde, Taksim Meydanı’ndan Harbiye’ye kadar uzanan Cumhuriyet Caddesi’nin çevresindeki semtin adı, bir zamanlar burada var olan mezarlık alanlarının civarındaki yeşillikleri kaplayan elma ağaçlarından dolayı verilmiş. O eski yıllarda yörede hiç yüksek yapı olmadığından da , ‘tepe’ diye görülürdü burası. 19. yüzyılın ortalarına dek de bu görünümü pek değişmemişti Elmadağ’ın. Bu tarihlerden sonra Şişli’ye doğru hızla yerleşime açıldı Elmadağ-Osmanbey güzergâhı. Günümüzde Cumhuriyet Caddesi ile batı tarafında kalan Dolapdere Caddesi’ni, Ermeni Hastanesi’nin yanından geçen Elmadağ Caddesi birleştiriyor.

Elmadağ çevresindeki en önemli tarihi yapıların başında Notre Dame de Sion Kız Lisesi binası ve arkasındaki kilise, İstanbul Radyosu binası, Surp Agop Ermeni Hastanesi gelir.”

Haldun Hürel, İstanbul’un Alfabetik Öyküsü, İkarus Yayınları, İstanbul 2008.

Taşlara Karşı Dört Yöntem ve Bir Oluş

Ben diyeyim on dört, siz deyin on beş yıl kadar önce, şimdilerde “ayar vermek” denilen eylem “laf / boru sokmak” olarak anılıyordu. Deyimin kökünün, geleneksel kullanımda “taş atmak” fiiline indiği düşünülecek olursa; ilerleyen yıllar boyunca bu savunma yönteminin nasıl inceldiği anlaşılabilir. ‘Atma’dan ‘sokma’ya, oradan da ‘verme’ evrilen bir yol…

“Taş atma”nın kökeninde utanç verici bir halt yemiş birisinin cezalandırılması yatar. Bu persona non grata yaptığı bir densizlikten dolayı birilerinin canını fena halde sıkmıştır ve sıkı bir şekilde haşlanmayı hak ediyordur.

Ancak hayat sadece bunun gibi ortaklaşa yapılan dışlama eylemleriyle yürümez: Kimi zaman angutun teki sırf ortamdaki kızlara hava atmak için sataşır, kimi zamansa egosunu bir başkasının üzerinde iktidar kurarak rahatlatmak için çırpınan bir şişik. Bazen de dostlar arasında aradaki bir kırgınlıktan dolayı gerçekleşir bu taş atma işlemi, en can yakıcı olan da budur aslında.

İşte o eski vakitlerde (6 yaşındaki ölümümün reşit olmasına az kalmıştı) bu durumu bertaraf etme üzerine tefekküre dalmıştım. En nihayetinde, yurtta elektriklerin kesik olduğu bir gece, birden bir ışık tepemde “kıpraşmaya” başlamıştı. (Parmağımla şöyle biraz vurunca floresan yerine oturdu!)

“İnsan kendisine atılan taşlardan nasıl kaçabilir?” sorusunun yanıtı (ki sadece bu soru değil, hayatta karşımıza çıkan belalara karşı da kullandığımız yöntemler) şu şekilde şematik–tematik hâle gelmişti:

1) Çıplak İnsan

Durum: Çıplak durmaya devam edersin, kendini değiştirmek için çaba harcamazsın. Orana burana gelen taşlar canını acıtır, kanatır.

Sonuç: Ya hiç karşılık vermezsin ve kanın kendi ağzına girdikçe arabeskleşir, bir ihtimal bundan keyif almaya başlarsın. Ya da sana gelen taşları sana atanlara fırlatmakla cebelleşirsin. İnsanların taş atmaktan en çok keyif aldıkları gruptur.

2) Manevracı İnsan

Durum: Çıplaksındır ama çok hızlı manevralarla üstüne gelen taşlardan kaçmaya çalışırsın.

Sonuç: Kimseye taş atmazsın sadece kaçarsın. Her an tetikte olman gerekir. Bir süre sonra ezikleştirir. İnsanlar için bir tür sınama alanıdır. Vurmak keyif verir.

3) Kısmi Zırhlı İnsan

Durum: Kafa gibi bazı özel bölgeler zırhla kaplanmıştır. Geri kalan yerler hareket olanağım olsun diye açıktır.

Sonuç: Açık olan yerlerden yaralanırsın. Karşılık verme olasılığın vardır. İnsanların çoğu aslında böyle takıldıkları için gayet sıradandır.

4) Komple Zırhlı İnsan

Durum: Üstüne süper bir zırh giyer dolaşırsın, kimseyi takmazsın.

Sonuç: İsterlerse kaya atsınlar umrunda olmaz. Başkalarına taş atmaya tenezzül etmezler. Vurdumduymazlar bu modeldir. Bir süre sonra duyarlı olmaları gereken hallerde bile öküzleşirler. İnsanlar da onları zamanla siklememeye başlarlar zaten.

5) Saydam İnsan

Durum: Benliği saydamlaşmış, hiçleşmiştir. Egosunu öyle bir kıvama getirmiştir ki neredeyse yeryüzündeki hayalettir. Yukarıdaki dört yöntemden yola çıkılarak ulaşılması en azından teorik olarak mümkündür.

Sonuç: Atılan taşlar içinden geçer gider. Yanıt verme telaşı hiç yoktur. İnsanlar bir süre sonra bulaşmazlar. Ancak gerçekleştirilmesi en uzun süren ve en yorucu olan yöntemdir. Denemeye gönüllü insan sayısı azdır. Diğerleri sadece basit birer yöntem iken, saydamlaşmak taşlardan kaçma yöntemi değil daha büyük bir “oluş” halidir. Çünkü egonla mücadele etmeyi ve çetin muhaberelere girmeyi gerektirir. Karakter olarak büyük ve zorlu bir egosu olanlar “Advanced Level”dan başladıkları için, durmadan “Game Over” uyarısıyla karşılaşıp oyuna “Save” ettikleri yerden devam etmek zorunda kalırlar. Sık sık “Save” etmeniz faydalıdır.

Meselenin en ilkel yorumu böyle. Eminim ki hangisine dahil olduğunuza bir görüşte karar vermişsinizdir.(Kategorileri geliştirme konusunda katkıda bulunmak isteyen varsa ailecek bekleriz.)

Ben ise 28 yıl önce ölmüş olmama rağmen hâlâ uğraşmaya devam ediyorum – Eh çıkmamış canda ümit vardır değil mi!

Kıbrıs'ın Biraz Sağı

Lan oğlum,

Şimdi Kaş’ta olsan; mesela hayâlindeki evin denizle buluştuğu kayalıklarda...

Uygarlığın aydınlığını önüne alsan; sırtın o bilinmez, karanlık Akdeniz'e baksa.

Gerisin geri yüzerek o zifiri denizde, meselâ Mısır'a kadar gitmek istesen!

Hani o çocukluğunda Lâra Plajı'nın çam ağaçlarından birine sırtını yaslayıp hayal ederdin ya, karşı kıyıdaki Arap çoban kızını... Simsiyah gözleri ve Nil gibi uzayan saçlarıyla o güzel sabi -tam o sırada- cılız, çebiş keçilerine pür dikkat bakmayı ihmal edip denize kaydırırdı gözünü. Akdeniz'in tuzlu suyunun tam ortasında, Kıbrıs'ın biraz sağına düşen bir yerde, bakışlarınız buluşurdu. Asla buluştuğundan emin olamazdın(ız)!

Sırtına çamın kabukları batardı. Başını kaldırıp yukarıya baktığında o sivri yapraklar gözünü gıdıklardı ve ancak parlak, mavi gökyüzünün altındaki Akdeniz yine tuzlu bir merheme dönüşüp yüzünü örtünce giderdi o kaşıntı. O Arap çoban kızı, ufkun beyazlığının ötesinde, sonsuz bir ihtimal olarak, Akdeniz'de kaybolan bakışlarından vazgeçmezdi.

Hayâl, hakikât değildir lan şerefsiz! İkincisinde başka "irade"ler var: Kendiliğinden senin iradenle ortak hareket eden ya da manipülasyonla kendi iradenin altında ezdiğin ya da ezildiğin... Şu manipülasyon işini oldum olası sevmedin değil mi?

Tahayyül için kendinle çarpışıp dur, her çarpışmadan yeni bir “sen” doğsun ne fayda! Her biri kendi hayâl dünyanın içine sıkışmış, hakikî bir insanla karşılaştıklarında tuzla buz olan rüya karakterleri. Hakikâtın sıkıcılığına gömülmektense hayâlin sınırsız olanakları içinde yüzmeyi tercih eder bazıları. Tahayyülün hakikâtın önünde gitmesidir bu, aynen Borges'in dediği gibi.

Hani sahip oldukları o “analitik bakma beceri”sini, biraz akla vursalar hayatta böyle bir dertleri olmayacak: Ne kariyer, ne iş, ne eş, ne de ev…

İnsanlar basit çözümler arıyorlar adamım, sen kendine dolanmışsın! Çözülsen ne mi olacak? İki çocuk sahibi, evli barklı bir adam olacaksın…

Mesela “o” evdeki hayat…

Kaş'ta yaptırmayı arzuladığın taş evden bahsediyorum, az önce kayalıklarında kara denizi izlediğin… Hani verandası da, doğramaları da koyu kahverengi ahşaptan. İki katlı. Üst katta yine ahşaptan, dışarı çıkma bir balkon. Kendi ellerinle, taşları üst üste yığarak ördüğün duvarların arasındaki bahçede zeytin ağaçları. Onların tepesi sıra ince bir kablo germişsin de, çıplak tungsten ampulleri sıra sıra dizmişsin. Vakit akşam olmuş, eş dost gelmiş uzaklardan. Mangaldaki balığın yağları cozurduyor. Patlıcanlar közlenmiş. Salata kıvamında, zeytinyağını Ayvalık’tan getirtmişsin. Dostların neşeyle kahkahalar atıyorlar, eski günlerden konuşuluyor. O, evin kapısında beliriyor, mutfaktan aldığı – akşam üstü hızlıca yapılmış- mezeleri taşıyor sofraya. Tam o sırada mangalın başında balıkla cebelleşen sana bakıp gülümsüyor. O gülücük işte, o ana dair tüm bu hayâli anlamlı yapıyor!

Oğlum, kendi hayâlin sen farkına varmadan hakikâti beceriyor! Hakikâtteki hiçbir şeye inancın ve güvenin olmadığı için hayâle sarılıyorsun. Eh o da az puşt değil, bulduğu her fırsatta aralayıveriyor hakikât denilen bayat kurmacanın bacaklarını!

Yüzler değişiyor, asla sabit bir surette durmuyor o kadın. Aynen içindeki “şey”in benliğini ele geçirişi gibi, deviniyor: Bir “o” oluyor, bir “bu”… Belki biraz efendi olsan, her şey gerçeğe dönüşecekti. Korktuğun bu mu? Hayâlinin elinden alınması ve hakikâtin düşlediğinin ötesine geçmesi... Rüyasını görmek, gerçeğine dokunmaktan hoş mu geliyor? Tahayyül ile hakikât arasındaki köprüden her geçişte korkup korunaklı sığınağına dönmen de bu yüzden değil mi? Her rüyadan uyanışta yalnız olduğunu fark etmenin mahsunluğundan kurtulmak istiyorsun ama o köprüden geçtikten sonra sıradan bir dünyaya hapsolmaktan endişe duyuyorsun. Bu hastalığa "anxiety" diyor Ecnebiler. Bırak desinler, cenabet insandan başka ne beklenir!

Oysa mutluluk bir andır adamım, sürekli bir durum değil!

Sevişme sonrası, kollarındaki insanın şefkatli bir bakışı mutlu ediverir.

Bir bahar öğleden sonrası rüzgârla oynaşan tüllerin, içeride çalan müzikle uyumlu olduğunun farkına varmak mutlu ediverir.

Harçlık verdiğin yeğeninin gözlerindeki “bakkala koşma heyecanı” mutlu ediverir.

Şiir okurken seni sekize katlayan bir sözle karşılaşmanın kıskançlığı mutlu ediverir.

Uzun süredir görüşmediğin bir dostunla içerken, biranın köpüğünün dudaklarına yapışması mutlu ediverir.

Vapur yolculuğu sırasında içine çektiğin sigaranın dumanını simit için bağrışan martılara üflemek mutlu ediverir.

Sıcak bir günde bir çam ağacının sırtını acıtan gövdesine yaslanıp Akdeniz’in anlamını değiştirmek mutlu ediverir…

Harbiden şimdi ne güzel olurdu sırtını Akdeniz’e verip yüzmek? Mısır’a asla ulaşamayacak olsan da…

O ıssızlık ancak bu zamanda böyle çekici ve güzel olabilir oğlum! Bütün geçmişini şehir ışıklarına gömüp karanlığa gitme cesareti, şu her şeye “lakayt” evrene verilebilecek en “lakayt” yanıt olurdu.

Aşık olduğun tüm kadınların suretlerini kıyıda bırak; Kaş’taki o evde misafirlere meze taşısınlar. Teker teker çıksınlar o ahşap kapıdan, ellerinde meze tabakları olsun… Sıra Mısır’da keçi otlatan çoban kıza geldiğinde gerçekten de arınabilir ve hakikâti katlanılabilir kılabilirsin belki.

Yazmayı bırak, düşünmeyi bırak, hayâl etmeyi bırak…Gerisin geri Akdeniz’e doğru yüz…

Kaş’tan, kıyıdan, o evden uzaklaşsan da; Kıbrıs’ın biraz sağında boğulmak bile şereftir, bir şerefsiz için!

Ne gülüyorsun adamım, anlattığım senin hikâyen!

Ballard'ın İnandıkları ve İnandırdıkları

J.G. Ballard, tüm imkansızlıkları kapsayan düş dünyası ve deli bir makine gibi işleyen eksiksiz ama tekinsiz kelimeleriyle etkilemişti beni. Anlatımı da kelimeleri de, asla ötesine geçemeyeceğiniz kadar soğuktu. Hani çalıp çırpıp kendinizinmiş gibi gösterisini yapamayacağınız bir dili vardı -ve tüm erişilmezliğiyle büyülüydü!

Pilotluğa ve uçmaya aşık bu adam, sanayi toplumunun insanlarının, ürünlerinin, binalarının, otobanlarının çürüyüşünü ucuz yollu yergiler yerine, onları hayran hayran izleyip anlatarak karşıladı. Kanımca bu çürüme çağına ait yepyeni bir romantizm geliştirdi. Onu ilk okuduğumda çocukluktan beri sahip olduğum; hurdalıklara, terk edilmiş fabrika binalarına, yosunların işgal ettiği ıssız kumsallara olan hayranlığım meşrulaşmıştı: Artık bu deliliği sakince anlatan bir yazarım vardı.

Sınırsız Rüyalar Diyarı'nı Ankara'nın karlı gecelerinde okudum. Al Kumsallar, Antalya'nın güneşi altında her an yanımdaydı. Çarpışma, İstanbul'a taşınma zamanlarıma denk geldi. Drowned World'de akademisyen adayıydım. Kokain Geceleri, Kaş'tan Göcek'e kadar sürdü. Süper Kent önümde yükselmeye başladığında yeniden yalnızdım.

Ballard'ın 1984'te yazdığı aşağıdaki metnin İngilizcesiyle ilk kez 2000 yılında karşılaştım. İlk görüşte aşık olduğum metnin bir kaç satırını çevirdikten sonra, geri kalanına cesaret edemedim ve öylece bıraktım. Geçenlerde yeniden karşıma çıktı ve anlattıklarına, ifadelerine, tamlamalarına, kelimelerine bir kez daha aşık oldum. "Bu sefer hatamla, günahımla çevireceğim" dedim.

Orijinali için ( http://sdicht.wordpress.com/what-i-believe/ ) adresini ziyaret edebilirsiniz.



İnanıyorum – J.G. Ballard


Dünyayı baştan yaratmak, içimizdeki hakikatin uçkurunu çözmek, geceyi dizginlemek, ölüme galip gelmek, karayollarının aklını başından almak, kuşların gözüne girmek, delilerin güvenlerini kazanmak için tahayyülün gücüne inanıyorum.

Kendi saplantılarıma, trafik kazasının güzelliğine, gizil ormanların dinginliğine, tenha kumsalların heyecanlarına, otomobil hurdalıklarının zarafetine, katotoparkların gizemine, terkedilmiş harap otellerin şiirselliğine inanıyorum.

Wake Island’ın, tahayyülümüzün okyanuslarına doğru uzanan, unutulmuş uçak pistlerine inanıyorum.

Margaret Thatcher’ın gizemli güzelliğine, burun deliklerinin kıvrımına ve alt dudağındaki parlamaya, yaralanmış Arjantinli askerlerin hüznüne, benzin istasyonu personelinin tekinsiz gülüşlerine inanıyorum.

Margaret Thatcher’ı, çoktan unutulmuş bir motelde, veremli bir benzin istasyonu hizmetlisinin nezaretinde, genç bir Arjantinli asker tarafından okşanırken gördüğüm düşe inanıyorum.

Bütün kadınların güzelliğine, hayal güçlerinin ihanetine (öylesine yüreğime yakın ki), hayal kırıklığına uğramış bedenleri ile tılsımlı süpermarket tezgahlarının krom parmaklıklarının buluşma anına, sapkınlıklarıma gösterdikleri sıcak hoşgörülerine inanıyorum.

Geleceğin ölümüne, zamanın eriyerek tükenişine, şehirlerarası otobüs hosteslerinin gülücüklerinde ve sezon-dışı hava limanlarındaki hava trafik kontrolörlerinin yorgun gözlerinde yepyeni bir zamanın peşinden koşmamıza inanıyorum.

Büyük adamların ve kadınların üreme organlarına; Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Prenses Diana’nın pozlarına, bütün dünyayı kameraların önünde selamlarken dudaklarında tomurcuklanıp serpilen tatlı kokulara inanıyorum.

Deliliğe, açıklanamaz olanın gerçekliğine, taşların sağduyusuna, çiçeklerin akıl hastalığına, Apollo astronotlarının insan nesli için depoladıkları hastalığa inanıyorum.

Hiçbir şeye inan(m)ıyorum.

Max Ernst’e, Delvaux’ya, Dali’ye, Titian’a, Goya’ya, Leonardo’ya, Vermeer’e, Chirico’ya, Magritte’e Redon’a, Duerer’ye, Tanguy’ya, Facteur Cheval’e, Watts Towers’a, Francis Bacon’a ve gezegenin tımarhanelerine kapatılmış görünmeyen sanatçılara inanıyorum.

Varoluşun imkansızlığına, dağların mizah yeteneğine, elektromanyetizmanın saçmalığına, geometrinin farsına, aritmetiğin gaddarlığına, mantığın cinayet kastına inanıyorum.

Yeniyetme kadınlara, bacaklarının duruşlarıyla doğurdukları ahlaksızlıklarına, dağınık bedenlerinin saflığına, apışaralarının adi motellerin banyolarında bıraktıkları izlere inanıyorum.

Uçmaya, kanadın güzelliğine, en azından bir kez uçmuş olan her şeyin güzel olduğuna, küçük bir çocuk tarafından fırlatılan ve devlet adamlarının ve ebelerin bilgeliğini taşıyan taşa inanıyorum.

Cerrah neşterinin nezaketine, sinema perdesinin sonsuz geometrisine, süpermarketlerin içine gizlenmiş evrenlere, güneşin yalnızlığına, gezegenlerin lafebeliklerine, insan neslinin basmakalıplığına, evrenin varolmadığına ve atomun bıkkınlığına inanıyorum.

Mağaza vitrinlerini süsleyen video kaydedicilerden yayılan ışığa, galerilere dizilmiş otomobillerin radyatör mazgallarında itikat saçan bir basiret olduğuna, havaalanı asfaltına park edilmiş 747’lerin motor kapaklarındaki yağ izlerinin şıklığına inanıyorum.

Geçmişin olmadığına, geleceğin öldüğüne, bugünün ise sınırsız ihtimalleri önümüze serdiğine inanıyorum.

Rimbaud, William Burroughs, Huysmans, Genet, Celine, Swift, Defoe, Carroll, Coleridge ve Kafka’daki "şirazeden çıkma"ya inanıyorum.

Piramitlerin, Empire State Building’in, Berlin Fuhrerbunker’in, Wake Island’ın uçak pistlerinin tasarımcılarına inanıyorum.

Prenses Diana’nın vücut kokularına inanıyorum.

Gelecek beş dakikaya inanıyorum.

Ayaklarımın tarihine inanıyorum.

Migren nöbetlerine, öğleden sonraların sıkıcılığına, takvimlerden korkmaya, saatlerin dönekliğine inanıyorum.

Kaygıya, psikoza ve umutsuzluğa inanıyorum.

Sapkınlıklara inanıyorum. Ağaçlara, prenseslere, başbakanlara, ıssız benzin istasyonlarına (Taj Mahal’den bile daha güzeller), bulutlara ve kuşlara sırılsıklam aşık olmaya inanıyorum.

Heyecanların ölümüne, tahayyülün zaferine inanıyorum.

Tokyo’ya, Benidorm’a, La Grande Motte’a, Wake Island’a, Eniwetok’a, Dealey Plaza’ya inanıyorum.

Alkolizme, frengiye, hummaya ve bitkinliğe inanıyorum.

Acıya inanıyorum.

Çaresizliğe inanıyorum.

Bütün çocuklara inanıyorum.

Haritalara, şifrelere, satranca, bulmacalara, havayolu uçuş çizelgelerine, havaalanı tabelalarına inanıyorum.

Bütün mazeretlere inanıyorum.

Bütün nedenlere inanıyorum.

Bütün sanrılara inanıyorum.

Her türlü öfkeye inanıyorum.

Bütün mitolojilere, anılara, yalanlara, fantezilere, yan çizmelere inanıyorum.

Bir elin gizemine ve hüznüne, ağaçların şefkatine, ışığın bilgeliğine inanıyorum.

Fedakar Topalların Nağmeleri

“Blues’un bir türü…Sadece sevdalı bir kadın ve bir erkeği anlatır. Bir zamanlar onları anlattım ve 'Aşk bütün kusurları örter' lafını ekledim; 'Aşk, size, istemediğiniz şeyleri yaptıracak kudrettedir.' Aşk bazen gam yükünü yıkar üstünüze… Blues’dan bahsediyorum, şaklabanlıktan değil! Bu bir kadınla erkek arasında olur, dediğim o ki birbirlerine aşık olan kadınla erkek arasında... Ve blues, onlardan birisinin diğerini aldatmasıyla ortaya çıkar.”

Black Snake Moan filmi başlarken böyle diyor Eddie James “Son” House. Siyah beyaz bir kayıtta, buruş buruş olmuş acılı görünen ama bilge bakan yüzüne yerli yersiz gülümsemeler yerleştirerek...

Mae’nin sevgilisi olan asker Ronnie görev için yola düşer. Ronnie’nin bir arazı vardır: Ateş edemiyordur çünkü gürültülü bir ses duyduğunda kusuyordur. Mae’nin de bir arazı vardır: Ronnie her görev için kasabadan uzaklaştığında, önüne gelenle düzüşmeye başlıyordur. Ronnie’nin ortalıkta olmamasını fırsat bilen orrrospu çocuğu arkadaşı Gill, onun başkalarıyla düzüştüğünü görüp payını ister. Fakat alamayınca kızı döver ve öldü zannederek yola atar. İşte tam da orada, “kardeş” olarak gördüğü eski arkadaşıyla kaçan karısının geride bıraktığı travmayı yaşayan Lazarus kızı bulur ve evine alır. Nemfomanyadan muzdarip kızı zincir ve blues yardımıyla iyileştirmeye çalışan dini bütün, siyah, eski gitarist Lazarus bir yandan da kendi geçmişiyle ve hatalarıyla yüzleşir. O sırada ordudan hastalığından dolayı atılan Ronnie eve dönüp orrrospu çocuğu arkadaşı Gill’in gazıyla Lazarus’un tepesine inmeye çalışır. Oh mis gibi martı boku!

Sinopsisten tatmin olduysanız bir de Craig Brewer'in yönettiği bu filmi izleyin derim. Hani hikayedeki diğer "ahlaki dersler" vs bir yana, Samuel L. Jackson'ın döktürüşüne şahit olmak için bile izlenmeye değer. Öte yandan Justin Timberlake'i görmeye tahammül edebildiğim yegane "hareketli resim" de bu film oldu.

Filmin o muhteşem bar sahnesinde şöyle bir şarkı söylüyor Lazarus:

“Koyuverdi kapının önüne
Karım beni, kış kıyamette.
Neden beni siktir ediyorsun
Bebeğim diye sorduğumda,
Aramıza soğukluk girdi deyiverdi.
O karda kışta sulara gömülüp,
Pis çamurlara bulandım,
En nihayetinde şu müzikle
Coşan izbe bara yollandım.
Barmen hiç siklemedi beni,
Pis pis bakıp, kirli bir bardak verdi.
Söyle bakalım orospu çocuğu dedim
Sen benim kim olduğumu biliyor musun?
Hayır pis zenci diye küfretti bana,
Kim olduğun sikimde bile değil!
O an şu elimi cebime attım,
Gıpgıcır 44’lüğümü çıkardım.
Anasını siktiğiminin göğsüne
Hakkıyla iki el dayadım!
Yeri öpüverdi ibne,
Duyardınız o zamanlar
Yere düşse bile bir iğne.
Ah işte tam da o sırada
Şerefsiz Billy Lions giriverdi içeri!
Pezevenk aşka geldi
Işıkları söndürüverdi.
Bundandır ihtiyar Billy Lions
Namlumdan öylece kaçıverdi!
Fakat ışıklar geri geldiğinde
Billy çoktan inzivaya çekilmişti.
O da dokuz mermiyi
Siktiğiminin göğsüne yiyiverdi!”

Filmin ana karakterinin adının Lazarus olması, hikayeyi görünce tesadüf gelmiyor. Lazarus, Romalıların öldürdüğü ama İsa'nın mucize olarak dirilttiği adamın adı. Ölü olduğu halde İsa'nın "Ayağa kalk ve bana gel!" çağrısına yanıt verene ve mezardan çıkarıldığı o mucize bilinmesin diye (muhtemelen yüksek yahudi şurası tarafından) yeniden öldürülen adamın adıdır Lazarus. Dini bütün siyah Hıristiyanlar çok seviyorlar anlaşılan bu karakteri - sakın onlara Tyanealı Apollonius'tan bahsetmeye kalkmayın! Aynen blues'un acı nağmelerini sevdikleri gibi... Belki de acıdan zevk almanın bir yolu bu: Blues'a çok uygun!

Doğal olarak ana iki karakterin ve filmin düğümünün çözüldüğü an, filmin adının geldiği şarkıyı "Black Snake Moan"ı Lazarus'un Mae'ye çaldığı sahne: "Black snake is evil. Black snake is all I see." Buyurun buradan yakın!

Herkes her metinden kendi payına düşen dersi alır kaçınılmaz olarak. Ortak bir nokta olur mu bilmiyorum ama film şunu yeniden düşünmemi sağladı: Şu insanlık denilen zorunlu birlikteliğin rezil ve bencil döngüsünden çıkmanın tek yolu; bir başkasının acısını dindirmek için kendi isteklerinden -karşılık beklemeden- fedakarlık yapmaktır.

İnsanlar adiliklerini gizlemeden üstünüzde uygulayabilirler (aynen evinizde gezinmesinden korktuğunuz ve ne yapacağınızı bilmediğiniz bir "Kara Yılan" gibi) ya da kahkaha dolu sohbetler, ihtiraslı anlar, güzel sözler gibi yalanlarla örtebilirler ve kara yılanı çok sonradan fark edersiniz. Bunlardır insanlığa dair güveni ortadan kaldıran. Ki sanırım neredeyse tanıdığım herkes bu yüzden başka insanlara güvenmekte bu kadar zorlanıyor.

Ancak tüm bu "kara yılan" ihtimallerini bir kenara koymaya cesaretiniz varsa, insanı tüm bu şüphelerden kurtaracak ve yukarıda andığım bencillik döngüsünü kırabilecek tek gerçek tavır fedakarlık yapmaktır. Bir insanın acısını dindirmek için çaba sarf etmekten daha "anlamlı" (bkz.Indifferent yazısı) insani bir eylem de yoktur.

Aslında tüm bunları bir dostum (o kendini biliyor) çok önceden söylemiş ve kafamda büyük bir soru işareti yaratmıştı. Üstelik lafla değil, büyük bir derdimi çözmeme yardımcı olarak yapmıştı. "Kimseye eyvallahım olmasın, hiç kimseden hiçbir şey istemeyeyim" düsturunda giderken, sadece sorunumu anlatmamla, ben talep etmeden iyilik yaptı. O, biliyordu: "İnsanlara olan güvenini kaybedersen ve fedakarlık yapmaktan korkarak kaçıp durursan geriye ne kalır ki?" İçinde sadece kendinin ve kendi zevklerinin barınabildiği, korkularına teslim olarak yaşadığın ve yüzeysel, sahte ilişkilerle yalnızlaştırdığın bir hayattan başka ne kalır ki geriye?

Evet, şu anda, o dostum sayesinde kiraladığım bu evde oturuyor ve bu satırları yazıyorum.

Acaba yediği onca kazıktan sonra hala cesur bir şekilde fedakarlık yapan insanlar mı aptal, yoksa gerçek aptallar korkup kaçan ve hayatını diğerlerine fazla bulaşmadan yaşamaya çalışanlar mı? İyi, samimi ve çabalayıcı oldukları her seferde kırıklığa uğradıkları halde içlerindeki insani sıcaklığı korumaya çalışanlar mı aptal, yoksa gerçek aptallar bundan dolayı şerefsizleştiklerinde daha fazlasını elde ettikleri sanısına kapılıp karşılarındakinin fedakarlıklarını har vurup harman savuranlar mı?

Yanıt, -en azından kendi hayatlarınız için- size bağlı. Fakat insanın, insanlardan kaynaklanan korkularını yenmesi için, yine insanlara ihtiyacı var. Başka insanlarla "anlam" yaratmaya... İyilik, kötülük yapma şansınız varken seçildiğinde güzeldir! İyilik, bir insanı kullanarak onun korkusuna korku katma gücünüz varken; onun korkusunu yok etmek için mücadele ediyorsanız anlamlıdır. Kendiniz topalken bir diğerinin aksamasını gidermek için onu koltuğunun altından kaldırmaya çalışıyorsanız... Keşke ben de arada egoma yenilip hırçınlaşmak yerine o dostum gibi olabilseydim.

Film bittikten sonra yukarıdaki fedakarlığın kimler tarafından, hangi şartlarda, nasıl yapılabileceğini düşündüm ve karşıma -o an hafızamın izbelerinden kurtulan- Mevlana’nın Mesnevi'de anllattığı bir hikaye çıktı. Filmdeki tüm ilişkiler (ister Lazaruz ile Mae arasındaki olsun, isterse de Mae ile Ronnie arasında) tek bir sorunun yanıtına bağlanıyordu:

Bir karga ile bir leylek neden yarenlik ederler?



[Bir kaç tembel arkadaş (kendilerini bilirler)Black Snake Moan'ın sonuna ithafen merak edip sordular, ben de "Eğitim sistemimiz ne halde Allah aşkına, insanları araştırmaktan uzak tutuyor" hissiyatına rağmen eklemek istedim hikayeyi. Hassas bünyelere duyurulur: Mesnevi tüm dertler için en bir güzel ilaçtır!


"Bir gün, bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cins kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir ´yabancı´yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini.

Biri karga, biri leylek...

O kadar farklıdır ki kuşlar ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine, türdeşleriyle değil de birbirleriyle uçmayı yeğlediklerine.

Öyle ya, karga dediğin kargalarla uçmalıdır, leylek dediğinse leyleklerle.

Yaklaşır ve merakla inceler kuşları. Ta ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar.

O zaman anlar ki, birlikte kaçar, birlikte uçar, birlikte yaşarlar beklenenlerin yanında tutunamayanlar.

O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan.

Topal kuşlar birbirlerinin ´arıza´larını bilir ve sömürmek ya da örtmek yerine kabullenirler öylesine.

Varlıklar üzerine değil, ortak yoksunluklar üzerine kurulanlardır. Aynı şekilde zengin, aynı şekilde mesut olanların ortak paydaları sabun köpüğü gibidir uçar, söner.

Ortak acı, ortak hüzün, ortak pürüzdür esas yakınlaştıran, yaklaştıran..."]

Indifferent

"The most terrifying fact about the universe is not that it’s hostile but that it is indifferent; but if we can come to terms with this indifference and accept the challanges of life within the boundaries of death, our existence as a species can have genuine meaning and fulfillment."

"Evren hakkındaki en korkutucu gerçek, onun düşmandan ziyade 'indifferent' olmasıdır; ancak bu 'indifferent' durumla yüzleşip, ölümün sınırları içinde hayatın meydan okumalarını kabul edersek, bir tür olarak varoluşumuz özgün bir anlama ve icraya sahip olabilir."

Yukarıdaki satırlar Stanley Kubrick'in Playboy dergisiyle yaptığı bir söyleşiden alınma. Tamamını burada çeviremeyeceğim ama yazının en altına özgün ifadeyi ekleyeceğim. Bu uzun yanıtı doğuran Playboy sorusu (evet aynı Playboy ama konuştuğu şahıs Kubrick) ise şu: "Hayat bu kadar amaçsızsa sizce yaşamaya değer mi?"

Kubrick'in yanıtındaki "indifference" ise alengirli olduğu kadar, egoya sahip herhangi bir varlık için aşırı sinir bozucu bir kavram. Türkçe'ye "umursamazlık, ilgisizlik, duygusuzluk, hissizlik, aldırmazlık" olarak çevrilen bu kelimenin sıfat hali ise gerçekten kımıl kımıl ve eğlenceli.

Garibim Merriam-Webster Sözlüğü, "indifferent" kelimesini şöyle tanımlamaya çalışıyor:

1- marked by impartiality : unbiased.
(tarafsız olmak : önyargısız)

2 a- that does not matter one way or the other. b- of no importance or value one way or the other
(a- bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin fark etmemesi b- bir halin/yolun/yöntemin ya da bir diğerinin öneminin ve değerinin olmaması)

3 a- marked by no special liking for or dislike of something b- marked by a lack of interest, enthusiasm, or concern for something : apathetic
(a- birşeye karşı özel bir hoşlanma ya da rahatsızlık içinde olmayan. b- birşey için ilgi, şevk ya da umursama hissi duymayan, lakayt : duygusuz)

4- being neither excessive nor inadequate : moderate
(aşırı ya da az olmayan: ılımlı)

5 a- being neither good nor bad : mediocre. b- being neither right nor wrong
(a- iyi ya da kötü olmayan: vasat. b- doğru ya da yanlış olmayan)

6- characterized by lack of active quality : neutral
(aktif bir özelliğinin olmaması : nötr)

7 a- not differentiated b- capable of development in more than one direction; especially : not yet embryologically determined
(a- farklılaşmamış. b- bir tek yönden fazlasına gelişebilme becerisinin olması; özellikle : embriyolojik olarak henüz belirlenmemiş)


Kubrick'in sözüne dönecek olursak; yaşamımızın kırılganlığı ve önemsizliği içinde evrenden varoluşumuzu özel bir anlamla donatmasını bekleyemeyiz. Hayatın bize kötü ve acımasız gelen yanı da budur zaten: O, herkese ve herşeye karşı "indifferent" durmaktadır. (İzninizle, kelimeyi o kadar açıkladıktan sonra kuru bir "lakayt" ile yetinemem.) Canlılığınız ya da mortu çekmişliğiniz, havayı sizin ya da bir başkasının soluması, doktor ya da kaportacı olmanız, Ahmet'le ya da Mehmet'le evlenmeniz, helada kabızlıktan kıvranmanız ya da trafikte sıkışmışken ishal olduğunuzu fark etmeniz; evrenin bir bilinci olmadığına yeteri kadar ikna olmuşsak anlamsız ve önemsiz -kısaca farksızdır.

Kubrick'in ikinci cümlesi ise bu derdin yegane dermanını verir: "Madem evrene karşı ne kokar ne bulaşır tavşan boku kıvamındayız, o zaman bu hakikatle gerçekten yüzleşirsek kendi anlamlarımızı kendimiz yaratabiliriz." Ancak bu anlam yaratma ve onu icraya (eyleme) dökme işleminin binlerce yöntemi olabileceği düşünülürse, Playboy muhabirinin, "Peki bu yüzleşme biçimleri ve onların ardından yaratılan anlamlar arasında daha anlamlı olanı var mıdır, yoksa bu da 'indifferent' bir durum mudur?" diye sorması kanımca çok şık bir manevra olurdu. Arada her ne kadar amaç ve ortaya çıkan "ürün" bakımından farklar olsa da, her anlam yaratma denemesi gayet bireysel bir değere sahiptir. Bu da şu kurtlu aklıma, "Yoksa farklı anlam yaratma yöntemleriyle farksızlıktan kurtulmaya çalışmakta nihayetinde farksızlaşan bir çaba mıdır?" sorusunu getiriyor.

Kategorize etmeye çalışacak olursak böyle bir anlam bulma çabasının iki ayağı vardır:

Bu işi entelektüel / sanatsal bir eser aracılığıyla, bir nesne üzerinden yapmak ve aşk yaşamak / çocuk yapmak / dostluk kurmak aracılığıyla, bir özne üzerinden gerçekleştirmek.

Üstadın bu iki yoldan, açıkça ilkini belirttiğini iddia edemesek de, hayatına ve yapıtlarına dair elimizdeki olan bilgilerden bu seçeneği ön plana çıkararak konuştuğunu iddia edebiliriz. Entelektüel / sanatsal bir eserle muhatap olarak ya da onu üreterek anlam yaratma deneyimi daha üstün, üzerine daha çok düşünülmesi ve tartışılması gereken yöntem olduğu önyargımız (bu duruma karşı "indifferent" olamamamız), Kubrick'in bu yorumunu nesne üzerinden kurulan anlama çekmemize yol açıyor. Kubrick pekala bunlardan ikincisini kastediyor olamaz mı? Bir sanat eseri yerine çocuk yapmayı daha "anlamsız" gösteren nedir?

Her şeyden önce bir eser, ölümlülüğümüzü aşma isteği konusunda en kestirme ve güçlü yoldur. Bu durum; film çekmek, DNA'nın şifresini çözmek için laboratuara kapanmak, roman yazmak, sosyolojik bir araştırma yapmak, tiyatro oyununda oynamak şekillerinde tezahür edebilir. Yaratma becerisi olmasa da dönüştürme gücü açısından, sahibi olduğu şirketi bir numara yapmak, ülkeyi yönetmek, Avrupa'nın yarısını fethetmek de ölümü yenme çabasına yönelik bir "eser" ortaya koymak olarak görülebilir.

Ortaya çıkan eserin "tarihe atılmış bir imza olarak" kalacak olması bir yana, kişisel bağ açısından kendine dönük bir anlam yaratmak ancak ve ancak eseri yaratma süreciyle ilgilidir. O süreç dışında da yaratıcısını ilgilendirmez. Çünkü eser tamamlandığında hem yaratıcısına hem de alıcısına karşı "indifferent" durur: Kısaca, hayatın "indifferent" oluşundan kurtulmak için "indifferent" bir nesne ortaya koyarsınız. Bu icra, doğasının bu özelliğinden dolayı, kısa süreli ve geçicidir; süreç bitince eser "indifferent" olur. Bundan ötürü bu yöntemle anlam yaratma; sonu gelmeyen bir rahatlama ve boşluğa düşme döngüsünü getirir. Bilimadamı ya da sanatçı, yarattığı anlam kaçınılmaz olarak elinde parçalanmaya başlayınca yeni bir üretme sürecine girer.

Oysa bu ayaklardan ikincisi, bir başka özneyle anlam yaratmak yukarıda anılan ilk hale göre daha süreklidir. Bu sürekliliği sağlayan, karşımızda anlam yaratma ihtiyacı duyan bir başka öznenin bulunmasıdır. Bu bütün hadiseyi çetrefilli bir "ilişki" durumuna getirir. Çünkü anlam yaratma süreci bir eser ortaya koymak gibi dar ve tek yönlü bir çerçevede değil, bir başka "irade"nin eşit şekilde için işine girdiği, sonu -eser yaratımındaki ereksellikle kıyaslanamayacak kadar- belirsiz ve uzun vadeye yayılan bir etkileşim halidir. Bundan dolayıdır ki bir eser yaratma sürecinde esere kişilik vermeye kalkanlara, mesela "aslında yazdığım benimle konuşuyor" diyenlere inanmıyorum! Bu her ne kadar kendini keşfetme süreci olsa da, eser yaratıcısıyla konuşmaz; çünkü o "indifferent"tır!. Ortada yaratıcısıyla konuşan ve iletişime geçen bir parça varsa o da yaratıcının kendinde olan ve henüz adlandıramadığı bir kısmıdır, eser değil. Çünkü anlam yaratma sürecinin ürünü, yaratıcısının canlı ya da ölü, Ahmet ya da Mehmet, kabız ya da ishal olmasını önemsemez. O, aynen evren gibi, kendi başına ayaktadır ve yaratıcısıyla ilişkili olmayan başka öznelerin ona ulaşması durumunda onların anlam yaratma süreçlerine katılır. Fakat her halükarda "indifferent" varlığını korur. (Hazır yeri gelmişken; daha önce çeşitli arkadaşlarımla yaptığım bir tartışma geldi aklıma. Bir sanatçının kişiliği onun eseriyle kuracağımız ilişkiyi belirler mi? Buna benim verdiğim yanıt "Hayır" idi ve hala bunun arkasındayım. Çünkü bilimadamının ya da sanatçının kişiliği, anlam yaratmanın ilk ayağını -yani ürünü- ilgilendirmez. Buunu yapmaya kalktığımız an ister istemez ikinci tür anlam yaratmaya, özneyle etkileşmeye gireriz. Bunun da o eserle alakası yoktur.)

Zira eserin iradesizliği ilk ayağın ana teması iken, ikincide öteki-öznenin iradesi vardır. İradelerin "indifferent" oluşları arasında bir geçişkenlik mümkün ise; bu eserin özneleşmesiyle değil, öznenin "indifferent" hale gelmesiyle mümkün olabilir. Sözgelimi Leyla ile Mecnun hikayesinde, Mecnun'un çöllere düşüp Leyla'dan geçmesi ve onu tanımaması; Mecnun'un iki öznenin işin içinde olduğu bir anlam sürecini yukarıda andığım ilk yönteme çevirmiş olması demektir. Leyla'nın "irade"sini düzleştirerek Leyla'yı nesneleştirmiş ve onun anlam yaratma sürecindeki etkileşim becerisini iptal ederek aşkını bir "eser" haline getirmiştir.

Bu durum, aşk / çocuk / dostlukla, yani bir diğer özneyle birlikte anlam yaratma çabasının en büyük rizikolarından birisidir. Karşımızdakinin iradi desteğini alamadığımız durumda onu nesneleştirip, eylemsiz ve etkisiz bir şekilde (aynen defter arasına konulan gül yaprağı gibi) saklarız. Bu şekilde içinde bulunduğumuz o koskoca anlamsız evrene karşı yaptığımız mücadeleyi asla kaybetmeyeceğimiz, "anlam"ı koruyacağımızı zannederiz. Bundan dolayı ister aşk ister dostluk olsun, her ilişki bir diğer öznenin tanımlanması ve vakumlanarak saklanması tehlikesini barındırır.

Öteki-öznenin anlam yaratma isteği ile uyuşma olduğu durumlarda iki özne birbirlerine karşı "indifferent" değillerdir. Etki ve tepki, bir eseri yaratma sürecinde yaratılabilecek anlama göre hareketli, değişken ve belirsizdir. Bir eser, "sonsuza kadar kalma" iddiasıyla özel bir doyum sağlıyorsa; bir özneyle anlam yaratmak da iradelerarası uyumluluğun doyumunu, bir başkasıyla bütünleşmenin keyfini yaratır. Bu bütünleşme, gündelik ikincil ilişkilerden ne kadar farklı ve yoğun ise uyumluluk ve anlam yaratma da o kadar kuvvetli olur. Bir anne ile çocuğun ya da iki sevgilinin beraber vakit geçirmekten aldıkları keyif buna örnek olarak verilebilir. Ancak eğer bu iki özneden birisi evrenin kendisi gibi "indifferent" davranıyorsa, böyle bir anlam yaratmaya dair sorunlar baş gösterecek demektir. Yani öteki-öznenin orada olmasıyla olmaması, Ahme ya da Mehmet olması, kabız ya da ishal olması arasında bir fark yokmuş gibi davranıyorsa bu bütünleşme bozulur.

Her şeyden önce burada kastedilen uyumluluk , her konuda anlaşmak ve iyi geçinmek değil; iki öznenin birbirlerine "bulaşma" isteklerinin olmasıdır. Sözgelimi büyük kavgalar da, her iki taraf da kavga etme isteği duyacak kadar birbirlerine bulaşmışlarsa, aynı uyumluluk içinde değerlendirilebilirler. Fakat taraflardan birisi kavga etmeye yönelmişken, diğeri buna karşı tepki vermiyorsa -yani "indifferent" kalıyorsa- bir başka özneyle anlam yaratma çabası yıkılmış, boşa çıkmış demektir. Taraflardan birisinin "indifferent" tavrı kronik bir hal alırsa ortak bir anlam yaratma imkansızlaşır ve diğer özneye ya "indifferent" olanı nesneleştirmek, ya kendini de "indifferent" hale getirmek, ya da bu durumu külliyen reddedip "bulaşma"sının (angajman) son hamlesini yaparak o ilişkiden çıkmak dışında fazla seçenek kalmaz. Çünkü artık muhatabı yoktur ve koskoca bir tepkisizlik boşluğuyla karşı karşıyadır.

Kubrick söyleşinin en sonunda şöyle diyor: "Karanlığın büyüklüğüne karşın, kendi ışığımızı sağlamalıyız."

Bu sözü gerçekleştirmek için yukarıdaki iki yöntemin hangisini, ne kadar kullanacağımızı ve bunu nasıl sağlayacağımızı bulmak gerçekten de kelimenin tam anlamıyla bize mi düşüyor? Dışsal gelişmeler? Bilinçdışı tercihlerimiz? Ortak anlam yaratmada bir başkasının iradesi? Şans? Gerçekten de kendi ışığımızı kendimiz sağlayabilir miyiz, yoksa bu konuda sınırlı bir çaba göstermekten başka elimizden birşey gelmez mi?

Hani burada Kubrick'ten yanıtını alamayacağımız tek soru da bu olurdu sanırım.

Tefekkür ve tevekkül?



-----------
(İlker Canikligil'e bu söyleşiyi Facebook profiline koyduğu için teşekkür ederim)

Playboy: “If life is so purposeless, do you feel it’s worth living?”

Stanley Kubrick: “Yes for those who manage somehow to cope with our mortality. The very meaninglessness of life forces man to create his own meaning. Children, of course, begin life with an untarnished sense of wonder, a capacity to experience total joy at something as simple as greenness of a leaf, but as they grow older, the awareness of death and decay begins to impinge on their consciousness and subtly erode thier joie de vivre, their idealism - and their assumption of immortality. As a child matures, he sees death and pain everywhere about him and begins to lose faith in ultimate goodness of man. But if he’s reasonably strong - and lucky - he can emerge from this twilight of the soul into a rebirth of life’s elan. He can forge a fresh sense of purpose and affirmation. He may not recapture the pure sense of wonder he was born with, but he can shape something far more enduring and sustaining. The most terrifying fact about the universe is not that it’s hostile but that it is indifferent; but if we can come to terms with this indifference and accept the challanges of life within the boundaries of death - however mutable man may be able to make them - our existence as a species can have genuine meaning and fulfillment. However vast the darkness, we must supply our own light.”
-----------

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -6

BEN ASLINDA 6 YAŞINDA ÖLDÜM!


Ne zaman, "Kendimi ve hayatı biliyorum artık" desem, ya içimdeki o yer ya da başıma gelen bir olay güzel bir şaplak atıyor suratıma.

Velet sırıtıp kaçıyor...

Kedi kolumu ısırıyor...

Ben de bir süreliğine bilmediğimi kabul ederek ilerliyorum. Sonra bilmediğimi unutuyorum da yine kendimi herşeyi çözmüş bir bok sanmaya başlıyorum. Sonra yine bir şaplak! Kibirlendiğimde beni kendime getiren tokatlar yediğim için şanslıyım.

Hem 'o' hem 'bu'...

Bir ‘o’ bir ‘bu’..

"Lan oğlum harbiden kafayı sıyırdın" diye düşünürken, Profesör Semir Zeki'nin bilinç hakkındaki kuramını öğrendim. Bu Zeki abimiz, bir bütün olarak kurgulanan bilincin aslında yekpare değil, mikro-bilinçlerden oluşan bir toplam olduğunu iddia ediyor. Farklı işleri yapan mikro-bilinçler bir araya gelip süper-bilinci, bütün olarak algılayan bilinci, meydana getiriyorlar.

Semirmiş zeki abimizin bulguları bir yana, sizin de hem "öyle" hem "böyle" olduğunuzu bilmek içimi rahatlatıyor. İçinizde yüzlerce küçük "siz" var. Kendinizi, başkalarıyla elele kurduğunuz benliğinizin bir bütün olduğuna inandırmak için ne kadar da çaba sarf ediyorsunuz, yoruluyorsunuz... Ya da adam bunu kastetmiyor ama ben "nasıl olsa bu yazıyı okuyanlar nörolojiden mörolojiden anlamazlar" diyerek çarpıtıyorum.

İşte bu yüzden herkesin yaşadığı sıradan bir yorgunluğun içinde olduğumu bilmenin mutluluğu içinde- gülümseyerek kendimi anlatmayı sürdürebiliyorum. Bu daha enerjik hissettiriyor.

Ben aslında 6 yaşında öldüm!

Caddeye fırlamıştım annemin elinden kurtulup.

Bir kamyonet fren yaptı. Asfalt öyle bir yaktı ki lastiği, kokusu korkuyla donakalmış o küçük varlığımı esir aldı. O kocaman Desoto yazısına bakakaldım, önündeki küçük delikli örgülere... Sadece ben değil, bütün cadde dondu sanki. Motor kaputunun yüksekliği boyumun iki misli kadardı. Tekerlekler beni altlarına almak yerine, öfkesini kusmuş ve ehlileşmiş aslanlar gibi 1 metre ötemde duruyorlardı. Şoför 1 saniye gecikmiş olsa, yola bakma yerine yanındakine dönüp tek kelime ediyor olsa, o devasa canavarın altında paramparça olacaktım.

Fakat olmadı! Ya da o olaydan sonraki yıllarda beni tanımış olanlar hala olmadı zannediyorlar. Ya da -bir ihtimal- aslında o olay oldu ve o vakitten sonra yaşadığım her şey, 1 saniye içinde parçalanan beynimde dönen, geleceğe yönelik bir düş. Ve sizi, hepinizi, dünyadaki tüm olayları, 6 yaşında bir çocuğun ölüp gitmek üzere olan zihni kurguluyor! Hatta o olay bile, daha önce ölmek üzere olan başka bir çocuğun o son saniyesinde kurguladığı bir düşün parçası olabilir. Ara sıra rüyada gibi hissediyor muyuz kuzum?

Şimdi, her zor durumda kalışımda şöyle diyorum kendime:

“6 yaşında öldüm, ondan sonra yaşadığım herşey bir temaşaydı, tatlı bir oyundu, ölmeden önce gördüğün bir düştü. Son 28 yılın gereğinden fazla yazılmış uzatmalar ve ne güzel ki onun içinde nefes alıyorsun, hissediyorsun, rüyanın keyfini çıkarıyorsun. Yaşadığın her güzel an, böylesine bir lütuf işte! Son 100 bin yılda gelip geçen 20 milyar insandan birisisin ve 6 yaşında o kamyonetin altında kaldın. Bundan daha güzel ne olabilir ki! Bela ise mesele, bir ‘Bu da geçer ya Hu’ çek ve yoluna devam et!”

Hani kendi varlığımın vehmine ve derdine kapılarak unutsam da bu durumu arada, ne aldığım hazlar ne de çektiğim acılar aslında yoklar. Sadece hala devam eden bir seyirlik içinde, ondan yabancılaşmadan hayatı derinlemesine kavramanın güzelliği var. Hüznü ve neşeyi sonuna kadar içine çekerek “Hala varım” demek var!

Ben aslında 6 yaşında öldüm ve keşke gerçekten nefsimi öldürme yolunda iyi adımlar atmış olabilseydim diyorum.

Evet o zaman yazmam için bir neden kalmazdı... Bu kötü mü olurdu?

Size şöyle diyeyim ne anlarsanız anlayın: Konuşmak, yalan atmaktır.

Ne kadar dürüst olduğunuzu iddia ederseniz edin, içinizdekileri kelimelere döktüğünüz an yalan atıyorsunuz demektir. Bundan dolayıdır ki dürüstlük iddiası, şu hayattaki en büyük üçkağıttır! İşte tam da bu yüzden; bu işi katmerlendirerek söz denilen yalanın üstüne, bir de hakimi olduğu zannettiği ikinci yalanı döşeyen insanlar marazdan zavallı hale gelmiş varlıklardır.

Yazmak ise resmileşmiş, başkalarınca kabul edilmiş yalancılık türüdür. Sorgulamadan inanırsınız. Hoşunuza giden bir yalansa, tekrar tekrar okur, dostlarınıza tavsiye edersiniz. Kim demiş insanlar yalanı sevmiyor diye? Bayılıyoruz!

Hani "yazmak, zayıflığımı ifşadan çekinmediğim tek yer demiştim" ya; işin doğrusu, size burada yalan atmayı seviyorum.

Belki bir gün gündelik hayatımın güzel olabilecek anlarında da konuşmamayı, o anı istemsiz yalanlara boğmadan kendi hatrı için yaşamayı öğrenirim. Belki de o zaman martı dövmeyi bırakırım. İçimde cılız bir ışık, belki hepimiz öğreniriz diyor.

Ben aslında 6 yaşında öldüm; ancak şükür ki seyirlik henüz bitmedi!

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -5

SÖZÜN ÖZÜ TÖZE ÇIKAR: İÇSELLEŞTİRİLMİŞ BİR İDEOLOJİNİN TÖZE YÖNELİK SÖZEL YANSIMALARINA GÖSTERİLEN TEPKİ
(YA DA EVET ARADA ENTEL GÖRÜNEBİLİRİM AMA AYNI ZAMANDA DA HEM AGRESİF HEM DE LÜMPENİM, NE BOK YİYECEĞİZ ŞİMDİ?)


Beni tanıyorsanız ve tepkilerimi kestiremiyorsanız dert etmeyin. Ben de kestiremiyorum neye, ne tepki vereceğimi. "Seni seviyorum" diyene tokat attığım; "Bok ye!" diyeni, "Canım ne kadar da tatlısın" diye yanıtladığım olmuştur. (Aşırı tepkilerimden 4 numerolu yazıda bahsetmiştim.)

Fakat dayanamadığım tavır önemsediğim bir insanın , "Ya bu kadar küçük şeyden de kavga mı çıkaracaksın!?" demesidir.

Böyle bir yanıt aldığımda aşağıdaki prosedürü izliyorum:

1) Önemli evrak ve demirbaşı ortamdan çıkar.
2) Gusül abdesti al. Su bulamazsan soyunup toprakta yuvarlan.
3) Aklındakileri sakince anlatmayı dene.
4) Bu kesmezse uzun bir mektup yaz, faks çek, SMS ile çemkir.
5) "Alkol var mı beyefendi?" durumundaysan bağırıp çağır.
6) İçindeki herşeyi at, söylenmedik hiçbirşey kalmasın.
7) Son sözü illa ki sen söyle.
8) Bunlardan sonra bir de insanım diye ortalıkta dolaş. (Hayvan herif!)

Tüm bunlara rağmen karşımdakini ikna edememişsem "tek kelimeden ya da ufak bir hareketten kavga çıkartılmaz" görüşüne katılmadığımı tekrarlar dururum. Neden mi?

BBC'nin yalancısıyım; karşılıklı iletişimin %55'i beden hareketleriyle, %38'i ses tonu ve konuşma hızıyla ve ancak %7'si ne söylediğimizle gerçekleşiyormuş. (Bu bulgular; MSN üzerinden ya da telepatiyle yapılan görüşmelerin neden yanlış anlamalara müsait olduğu ortaya çıkarıyor.)

Öte yandan "%7'lik kısımdan nasıl olup da kavga çıkarıyorsun?" diye ısrarla soracak olursanız, şunu söyleyebilirim: İfade ettiğimiz her söz ve bunun için seçilen kelimeler aslında zihnimizin içindeki büyük ideolojinin dışarı pırtlayan parçalarıdır. Dışarıdan nokta gibi görünen, ancak derinlere indikçe genişleyip büyüyen bir sivilce gibi...

Bir insanın sık sık tekrar ettiği temalara, kelimelere dikkat edin. İnsanlar kendileri bile farkına varmadan içlerindeki derdi, o ideolojiyi inşa eden meseleleri, açığa çıkarırlar. Bir tür yalvarış gibi, içinden atıp kurtulmak istercesine... "Herşey çok basit!" Öyle değil mi?

Sizin için yukarıdaki görüşü bir örnekle soymak isterim. A kişisi bir konu hakkında konuştuktan sonra her seferinde size "Anlıyor musun?" diyor. B kişisi de her konşmasının ardına "Anlatabiliyor muyum?" ifadesini ekliyor. Bu durumda -benim nazarımda- A kişisi itin, puştun, götün önde gidenidir! Kendini bir bok sanmaktadır ve her konunun ardından zeka seviyesinin sizinkinden yüksek olduğuna gönderme yaparak tatmin olmaktadır. Kanımca bu insan müsveddesini dövmek caizdir. Öte yandan, B kişisi ise kendine güveni kaybolmuş, eziiik, tırsaaak (İkinci heceleri konuşmada olduğu gibi yavaşça ve uzatarak okuyun. Böyle vurgu yapmak suretiyle iletişimdeki %93 payı kurtarmaya çalışıyorum. Anlıyor musunuz?) bir garibandır. Kısacası A kişisinden de, B kişisinden de hayır gelmez.

Neticede, bazen ben de önemli gördüğüm insanlarda "ufak" denilen kelimelere ya da durumlara denk gelince deliriyorum. Damlaya damlaya göl olur hacım! Sen bunların her birine "damladır neden maraz çıkarıyorsun?" diyebilirsin ama ortalık göl olmuş, baraj olmuş, tufan olmuş...

"6 yaşında ölmüş insan kavga çıkarır mı, ayıp!" derseniz de, derin bir tefekküre dalma ihtiyacı duymadan:

"Vallahi haklısınız, kusuruma bakmayın!" derim.

Vallahi haklısınız, kusuruma bakmayın!

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -4

ŞEREFSİZİN KARMASI VE KARMANIN ŞEREFSİZİ


Kendime "Şerefsiz" diyorum, haksız sayılmam. Pek çok "ahlaksız" halt yedim. “Suç"larımı hafifletir mi bilmiyorum ama hemen hemen hepsi cinsel içerikli mevzulardı: Nişanlıdır, evlidir, sevgilisi vardır demedim. Yaptıklarımla utanç ya da gurur duymuyorum. Ancak bu eylemlerden dolayı, bencilliğimle, birilerini yaralamış olmam çok muhtemel.

Çapkın diyemem kendime, demeye yeltenen olursa da "suratına tükrürüm". Aranızda benimkinden daha fantastik hadiselere karışmış insanlar olduğunu biliyorum, boş yere temiz numarası yapmayın!

Bu "ahlaksız"lıklarıma karşın rüşvet almadım, dedikodu yapmadım, iftira atmadım, duygusal patlama anları dışında kimsenin canını yakmadım. O anlarda da fiziksel zararın çoğunu kendime verdim.

Bir kez elimde bir kemik kırılmıştı duvara yumruk atmaktan. 20 yaşındaydım. Ya en yakın arkadaşımın suratını dağıtacaktım, ya da duvarı... There is no spoon!

“Boksör kırığı” dedi doktor.

“Sen bir de duvarın halini gör” diye yanıtladım.

“Eğitimli insansın neden böyle bir şey yaptın?” diye azarladı.

"Eh hastanıza böyle bir soru sorduğunuza göre aslında siz de kendi hayatınızdan biliyorsunuz; eşeklik bakidir" demek geçti içimden. Fakat elim o kadar acıyordu ki, "Dayı, şu işi hallet de kurtulalım" dedim.

Aklınızda olsun, ortopedistler çok dedikoducu oluyorlar. Bir de becerikli olsalar! Azarcı doktor, yarım alçıya alarak elimin yanlış kaynamasına neden olmuş, bir daha kırdılar.

Bir de eski eşimle yaptığımız bir kavga esnasında evin camlarını yumrukla indiririrken kolumu yarmışlığım vardır. Kalın, kanlı bir bifteğe atılan derin bir çizik gibi açılıverdi kolum. Aslında sıradan bir hayvan olduğumu o zaman anladım. Sıradan ve büyülüydü. Yarılmıştı ve kanıyordu. "Ben" denilen kurgunun nerede olduğunu düşündüm? "Kafam yarıldı", "Elim kesildi", "Kalbim ağrıyor", "Bacağım seğriyor", "Parmağım kaşınıyor"... Peki "ben" nerede gizli? İşte o an kanayanın kolum değil, "ben" olduğumu anladım. Etten bir organizmayım, mangala beklerim!

Bu vukuat dışında üç beş kapıyı, bir kaç da elektrik düğmesini emekliye ayırdım. Bütün odun ve plastik varlıklardan özür diliyorum, sizi çok kırdım.

Evet bencilce davrandığım çok oldu. Ancak orospu çocuğu da sayılmam; kimseye bile isteye kötülük yapmadım. En fazla içimden gelen bir zayıflığa ya da öfkeye kapılmışımdır. Birilerinin kötü hissetmesine yol açmışsam özür dilerim. Lakin bu özür, bir daha kimseyi kötü hissettirmeyeceğimin garantisini vermez. Benden uzak durmayı tercih ederseniz haksız bulmam sizi. Bazen ben de kendimden uzak durmaya çalışıyorum. Takdir edersiniz ki pek kolay olmuyor. Bu konuda siz daha şanslısınız da... bir gün sizinle koşullarımızın eşitleneceğini hayal ediyorum.

Bencilliğin en başarılı şekilde gizlenerek semirmesini sürdürdüğü yer, duygusallıktır. Müzmin duygusal, "ben hep başkalarını düşünüyorum ama kimse beni düşünmüyor" diye sızlanır durur ama aslında hep kendine isteyen kendisidir. Başkalarının aşkıyla yanıyor gözükse de, aslında kendi hissettiğinin -kendi kalbinin- önemine ve büyüklüğüne takmıştır. Karşıdakinin de kendi hissettiği gibi hissetmesini ve ona aynı değeri vermesini ister. Çünkü kendini en derinden, olduğu gibi açmıştır: Savunmasızdır, kırılgandır, sevgisinin gerçek değerinin takdir edilmeyeceğinden endişe ede ede sevilme ihtimalini de kaçırır.

Ve sonunda muhakkak haklı çıkar: O “Aşığım ben sana, iltifat et bana” dedikçe, karşısındaki kolay elde ettiği bu sevgiden sıkılır ve daha zor sevgilerin peşinden koşar. Daha önce başka bir yazıda da yazmıştım; zor elde edilen sevgi –istisnasız- her insana daha tatlı geliyor. Ki zaten o duygusal da daha zor sevginin peşinden koştuğu için bu haldedir ya! Kimisi devamlı bu halde dolaşır, kimisi ise hiç iplemez. Nadiren böyle olduğum anlarda benliğimi bir başkasının ellerine bırakmak beni tedirgin eder, kaprisli ve huysuz yapar. Ne var ki kırılmasından korktuğun şey, kırılacaktır.

"Etme bulma dünyası" demiş atalar. Ecbeniler de Hint'ten "karma"yı alıp üstün körü kullanıyorlar işte. Karmayı kısaca şöyle anlatabiliriz: Sen birisine pandik atarsan, bir başkası da gelir seni siker! Ona kim ne yapar, ona daha fazlasını yapana nolur gibi meseleler benim şu az çalışan kafamı aşıyor.

"İyilik yap, iyilik bul!" diyor karma. Benim bundan anladığım; gidip pandik yemiş birini teselli edersen, sen sikildiğinde daha büyük teselliyle seni yatıştıracak birisi bulunur.

Harbiden kafam pek basmıyor, ama karma denilen meselenin çok karışık hadiseler silsilesi olduğunu tahmin ediyorum. Bu minvalde, şerefsizin karmasına da ancak "karma şerefsizi" denilebilir.

Karma'nın nüfusu toynaklı, para birimi oynaklı, milli marşı uyaklıdır:

You sure you want to be with me
I've nothing to give
Won’t lie and say this lovin's best
Well leave us in emotional pace
Take a walk, taste the rest
No, take a rest.

Walking through the suburbs though not exactly lovers
You’re a couple, 'specially when your body’s doubled
Duplicate, then you wait for the next kuwait

Karmacoma, jamaica'aroma! (Dört kez söyle -her seferinde içten söyle!)

Birisi bana karmadan bahsedince Antalya'da bir büfede gördüğüm tost menüsü geliveriyor aklıma: Kaşarlı, Sucuklu, Karmakarışık... Sen tostu ısırırsan, tost da seni ısırır! Ama iyi niyetli olup sadece yalarsan, tost da seni yalar. Hatta bu duruma şahit olan büfeci bile seni yalamak isteyebilir.

Ben aslında 6 yaşında öldüm, ama sonrasında bencilliğimden pek çok insan kırdım ve başkalarının bencilleriyle hala kırılabiliyorum.

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -3

İSMİYLE MÜSEMMA

Adınız nedir? Ben durmadan anlatıyorum da kimsiniz? Tanıdığımı zannettiklerim misiniz? Yoksa karanlık taraflarınızda binlerce kuşku mu büyütüyorsunuz?

İsmimle müsemma mıyım bilmiyorum ama bir ismim var maalesef. Her şey gibi buna da bir isim bulmuşlar, “diğerleri”nden ayırt edilsin diye. Ancak “herkes” birbirinden “ayırt edildiği” için, ayırt edilmenin pek de anlamı kalmıyor. Sert ünsüzlerden ve kalın ünlülerden oluşan sıradan bir isim, mahallenin imamı böyle uygun görmüş. Soyadımı ise dedemin katil dedesine borçluyum. Demirci çırağıymış, ustasını öldürüp -nedenini bilmiyorum- bulunduğu kasabadan kaçarak yeni bir hayat kurmuş kendine. İsmime ince ünlüleri ben uydurdum. Yanlış anlaşılmasın el malı değil, dedemin adıdır İsmail. Belki de genetiktir bu usta ile olan dert: Ben de ustamı öldürdüm, sonra akademiden kaçtım. Bana göre değildi orası; çünkü kim olduğumdan yeteri kadar emin değildim. Kim olduklarından emin olan arkadaşlarım yükseliyorlar, “Yolları açık olsun” diyorum gülümseyerek.

İsmimin anlamı (bir kaç yerde kaynağı belirsiz nitelenmekte beraber) İbranice'de "Yüce dağ", "Yücelerde olan" anlamına geliyormuş. Fakat içindeki "a"ya inceltme işareti eklendiğinde, aniden "inatçı at" oluveriyor. Bir kaç kez kafamda bu ikisini birleştirmeye kalktım ve "yüce dağın tepesindeki inatçı at" gibi bir sonuca ulaştım -ki kendimde böyle bir hayvancağızın sonunu kestirecek cesareti bulamadığım için "İsmimle müsemma mıyım?" sorusunu hızlıca kafamdan atmaya çalıştım.

Çocukken, benden 7 yaş büyük ağabeyimle maç yapardık. Evin salonuna koyduğumuz sandalyelerin altı kale olurdu. İddia her zaman aynıdı: HÇ’yi kim kullanacak? Ben yenildikçe bir daha oynardık. Bir kez olsun kazanmayı başaramadım. Fakat artık içim rahat : HİÇ olmanın en güzel yanlarından birisi de bu.

Şaşılası bir durum ama o çocukluk vakitlerinde bir miktar hücreye sahiptim. Şimdi de sahibim, sayısını biraz arttırdım. Eksiğini, fazlasını bilemem. Diğer insanlarınkini saymaya kalkmadım hiç. “Aptal insanlardan nefret ediyorum” diyen insanları sevmem bu yüzden. Kendine göre kıstaslar uydurup, tutarsız göstergelerden yola çıkıp birilerine aptal demek, aptallığa daha yakın geliyor. Sanırım, ben şahsen, gayet aptalım. Bundan da emin değilim. Zira göstergeler belirsiz. Ama elde bir takım ipuçları da yok değil.

Mesela, valide hanım yeni evime yerleşmeme yardıma geldiğinde ağabeyimin sitemini iletti: “Bu çocuk o kadar iyi yerlerde okudu, kafası da çalışıyor. Genel müdür bile olabilecekken neden böyle sürünüyor?” Birader, ne söylesem boş. Belki de adımın ikinci anlamıyla ilgilidir. Ya da aptal olmamla bir bağlantısı olabilir: Kariyerin, paranın, şanın önemli olduğuna inanamadım hiçbir zaman. Onlara harcayacağım vakti ve enerjiyi; hayal etmeye, yazmaya, içmeye, aşık olmaya, sevişmeye ve geyik yapmaya ayırdım. Üzgünüm sizi hayal kırıklığına uğrattım ve bu konuda daha da uğratacağım. Ama bilmenizde fayda var: Asla başbakan olamayacağım!

Ayrıca aynı hatayı binlerce kez yapabiliyorum bazı durumlarda. Ona salak mı deniyordu yoksa? Ah işte o derece aptalım, bunu bile ayırt edemiyorum bazen. Size az sonra insanlığa güvenmediğimi söyleyeceğim. İnsanların bencil varlıklar olduğunu ve çok nadiren sıcaklık yaydığını. Yazının sonlarına doğru, kaçırmanız imkansız! İşte orada, tam da orada, bu bencillikten bıktığımı ve karşıma kim ya da ne çıkarsa alay etmeme karşın, aslında güvenmek istediğimi söylemeyeceğim. Sanırım bunu söylemekten çekiniyor olacağım. Zira o kadar çok örnek üzerinden insanların attıkları yalanlara ve sahte samimiyetlerine şahit oldum ki! Oysa samimi olanlar da var, sıcak olanlar da... Ama onlar da –kimi zaman benim yüzümden- bir başkasına yalan atıyorlar, büyük yalanlar, köklü yalanlar... Bunu da aşağıda yazmak isteyeceğim ama yazmayacağım. Çünkü ben ne dersem diyeyim, insanlık denilen canavar yalanlarla yürüyor. Aptal mıyım? Siz nasıl uygun görürseniz kabulümdür. Bu aptallık mevzusundan mütevellit, arada gizli sarışın olduğumdan şüphelenmiyor değilim. Evet esmerim ve gizli sarışın olduğuma dair elimde yeterli delil yok, farkındayım. Şüphe, insanın kendine oynadığı en ilginç oyunlardan birisi.

Burnum da esmerdir. Eskiden büyük sorundu benim için: Büyük, şekilsiz ve eğri. Uzunca bir süredir alışmış haldeyim. Üstüne üstlük içinde fazladan et varmış. “18 yaşına varınca ameliyat olsun” demişti çocukken doktor, dün gibi hatırlarım. Ameliyat olmadım. Alet bozulursa diye fazladan yedek parça koymuşlar, bir gün işe yarar neme lazım! O nane yüzünden genizden konuşurum. Kolay nefes alamam, geceleri de horlarım. Çoğunlukla ağızdan nefes aldığım için sık sık solunum yolu enfeksiyonu kapardım. Aynı nedenden dolayı midem çabuk kalkar.

Dudaklarım mormuş. Bana söylenene kadar mor olduklarını bilmiyordum. Renk körüyümdür aynı zamanda, Bursa’da askeri okul sınavında elendim. Valide ve peder doğduğumda el ve ayak bileklerimin de mosmor olduğunu anlatıp dururlar. İshalmişim doğduğumda ya da başka bir hastalık ne bileyim! Hemşire olan validenin arkadaşları “Ölür bu çocuk, iki güne çıkmaz” demişler. Oysa 6 yıl dayandım. Sözün özü; hastalıklı itin tekiyim, neredeyse 3 yıldır doktor yüzü görmedim. Bu da inatla ilgili sanırım.

Oysa kellik durumu "yüce dağ"da olmayı çağrıştırıyor. Püfür püfür. Efil efil. Uzun saçlı gençlik hallerim rüyalarıma girdiğinde oturuyor içime. Onların rüzgarda dalgalanmasını seviyordum, başka bir şey değil! Belki de bu yüzden göbeğim kellikle aynı vakitlerde peyda oldu. Eski fotoğraflarımı görenler “Ne çok değişmişsin” diyorlar, “Ne kadar zayıf ve hoşmuşsun.” Aynaya bakınca parlayan bir kelleyle karşılaşmak tuhaf geliyor.

Bir 28 yıla, buna da alışmayı umut ediyorum.

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -2

AÇTIĞINIZ MAKİNEDEN ÇIKAN FAZLA PARÇALARI NASIL DEĞERLENDİREBİLİRSİNİZ?


Burada durmadan "kendimleri" anlatıp duruyorum. Megaloman değilim. Öyle olsaydım "ben" dediğim, bir koleksiyon gibi gelmezdi; en “bütün”, en “muhteşem”in O olduğuna inanırdım. Oysa benlik parça parça, yamalı bohça!

“Takımı bozamayız abla!”

Ne gülüyorsun adamım, anlattığım senin hikayen!

Sadece kendime değil, sana da diyorum. Senin sadece bir kısmını almak isteyenler için takımı bozma. Neysen osun işte, ne olacaksan o olacaksın farkına varmadan. İçindeki kötü ve can sıkıcı özellikler de iyi ve keyif vericilerle beraber akacak mecrasına. Sadece SEN, içindeki tatminsizliklerden ve kavgalardan ve belalardan kurtulmayı arzu ediyorsan gir seyr-i sülûk’a! İnsanlar, sana laf atıp duracaklarına önce kendi defolarına, arazlarına baksınlar. Sadece aşkta incitir oysa -saçma bir şekilde- uymayan parçalar!

“Romantik tarafını alsam ama kaprisli kısmı kalsa?”

“Sorumluluk alsın, benimle ilgilensin ama beni rahat bıraksın ve kıskançlık yapmasın!”

Şimdi bu makineyi parçalayın; parçaları yıkayın, yağlayın; yeniden birleştirin. Oldu mu size farklı bir “benlik”? Pırıl pırıl, cillop gibi... Araya sıkışan kirden, pastan arınmış, rektifiye, bayandan az kullanılmış, ful aksesuar... Oh ne ala hayat!

“Eski benliğinizi getirin peşinata sayalım, yeni benliğinizi içinize sokalım!”

Yazmak yeni bir benlik vermiyor ne güzel! Sadece halihazırda olanın parçalarını anlamayı ve onların muhtemel ahenkli hallerini hayal etmeye olanak veriyor. Makineyi her söküşünüzde fazladan parça mı çıkıyor? Bir yerlerde terslik var! Öykü yazın, şiir yazın, resim yapın derim. En azından içeriden çıkan parçalar bir işe yarasın.

Öykü yazarken başkalarını anlatır görüneceksiniz. Resim yaparken başkalarını çiziyormuş gibi olacaksınız. Oysa makineden fazladan çıktığı hissi uyandıran parçalarla yapıyor olacaksınız bunları. Mesela öykü yazarken başkalarını anlatmaya çalışsam da, biraz "ben"le oynuyorum. Bir başkasının hayatı üzerinden bakıyorum kendime. Oysa burası, blog, daha özgür bir alan. Sınırsız saçmalama hakkı tanıyor. İçimde beni durdurabilecek tek kaygı, bu yazıları okuyan ve muhtemelen sayıları otuz – otuz beşi geçmeyen insanların hakkımda ne düşünecekleri. Bu da çabuk geçiyor; buraya beni tanıyan insanların ulaştığını biliyorum. Belki de en çok çekinmem gereken onlardır.

"Yok be oğlum" diyorum, “iki hiçlik arasında geçen bir ömürde rezil olsan ne olur?"

Sakinleş, rahat ol! Kendi kendine bir deney yapıyorsun diye düşün. Birkaç insan da buna tanıklık ediyor, birkaç tanıdığın senin hayatını teşhir ettiğin kadarıyla röntlüyorlar. Aslında her şeyi anlatmıyorsun ve istesen de anlatamayacaksın. Zaten sen 6 yaşında öldün.

Evet, kendimle ilgili bir derdim olduğu için yazıyorum. Sadece buraya değil, herhangi bir yere yazışım, başka bir şeyle alakalı mı bilmiyorum. Derdimin ne olduğunu hissediyorum ama hakkıyla kestiremiyorum. Muhtemelen sizinkinden dha büyük ve fazla bir dert değildir. Gündelik hayatımı sürdürememe izin vermeyecek bir psikozun içinde debelenmiyorum. Çoklu kişilik bozukluğundan ya da şizofreniden muzdarip değilim. Sadece içimdeki benlerle konuşmaya başladım, şimdi ise susmuyorlar. Kendi egomla kavga ediyorum ve bu aleni ve gürültülü oluyor. Derdim önemli mi? Kesinlikle değil! Bu, güneşli bir günde yemyeşil bir ovada yalınayak koşturmakla yaşanması gereken bir hayat. Geri kalan her dert, bütün kaygılar saçma ve gereksiz. Fakat bunu akılla düşünüp, dille söylüyorum.

Dille söylenenin yürekle teyit edilmesi ancak mücadeleyle olur. Çünkü akılla bilmek yürekle kavrayabilmekten daha zor, O sırıtkan piçi gerçekten severek zilimi çalıp kaçmasını engellemek istiyorum. Deniyorum. Hayattaki her konuda tek başıma beceremiyorum bunu. İnsanlığa da güvenmiyorum. Bir ayrıcalık olamaz mı? Bir istisna? Bir seferlik?

Yazmak, zayıf görünmeye dair duyduğum korkunun kaybolduğu yegane alan. Koskoca ve kapkaranlık bir kuyu, günah çıkartıcı rahip, her gün gidilen psikiyatrist... Ve aynı zamanda kuyuya atan, günaha iten, delirtmek için uğraşan...

Fakat herkes gece başını yastığına koyduğunda kendisiyle olan dertleriyle boğuşmaz mı? Herkes her gece yatağına girdiğinde biraz delirmez mi? Sokak lambalarının tavana yansıyan ışıkları kendi ruhunun dalgalanmalarına benzetmez mi insan?

Perdelerin o anki durumu belirler oraya nasıl düştüklerini. Çok mu sıkışıktır, çok mu dağınık? Örtülü müdür tamamen? Yoksa her ışığa açık? Sonra yoldan geçen arabaların farları girer devreye. Gece ıssızlaşan bir banliyönün güvenli sokaklarından fazla araba geçmez. Eğer eviniz otoban kenarında ise tavandaki yorucu vals bir türlü dinmek bilmez.

Burası, tam da burası, benim gece uyumadan önce izlediğim tavanım. Bakıp bakıp içimdeki oynamaları temaşa ediyorum. Onu bir psikiyatra, profesyonel bir ruh okuyucusuna göstermek istemiyorum. O varlığa, bilinçdışı akışa, zilimi çalıp kaçan çocuğa, elimi ısıran kediye ihanet etmek gibi geliyor. Onun güzelliğini ve şirretliğini görmek ve onlarla kabul etmek istiyorum, konunun uzmanı bir doktor tarafından yakalanıp iğdiş edilmesini değil! O piç yüzünden, kim olduğumdan emin olamasam da; onu bir ruh avcısına verip, meraya salınmış bir malağa döndürmelerine izin vermeyeceğim. Bu yüzden buraya yazıyorum, çevreye verdiğim rahatsızlıktan ötürü özür dilerim. Sizi gidi pis röntçüler! Ben teşhirci olabilirim ama siz neden röntlüyorsunuz? .

Madem öyle, bir şey desenize! Ele geçiremediğim kendime, en azından bu kadarını borçluyum değil mi?

Sahi siz napıyorsunuz?

28 Yıllık Bir Ölünün İtirafları -1

KİMİM BİLMİYORUM

Ben aslında 6 yaşında öldüm. Şu anda kimim bilmiyorum.

Bazen bilecek gibi oluyorum, bilmeye çok yaklaştığımı hissediyorum.

Hani şöyle bir adım daha atıversem, o kaygan ve kıvrak benliğimi sanki yakalayıvereceğim de "Evet, ben buyum!" diyebileceğim. Heyhat yakalayamıyorum! Her tutmaya çalıştığımda karşıma dikiliyor:

"Senden daha fazlasıyım" diyor bana, "senin bildiğinden ve olduğunu zannettiğinden daha farklıyım!"

O vakit tutmaya uğraşmayı bırakıyorum. Salıyorum kendi haline, yeniden yaklaşırken pis pis gülüyor. Zili çalan ama yakalanmayacağını da bildiği için kaçmaya yeltenmeyen sinir bozucu bir velet karşımda sırıtıyor. Gerçek anlamda kızamıyorum da! Çünkü her nesne kendi doğasınca deviniyor. Çok sevdiğin ama durmadan tepene sıçrayıp seni ısıran bir kediye kızamamak gibi: Canını sıksa da, acıtsa da anlık bir öfkeyle, “Siktir lan!” demek dışında laf edemiyorum. Atsan atılmaz, satsan satılmaz; arada şımartılmak istiyor.

İnsanlar nasıl olduğuma dair birşeyler söylüyorlar. Ben de onların nasıl olduklarına dair birşeyler söylüyorum. Birbirimizin nasıl olduğuna dair birşeyler söyleyip duruyoruz. Konuştukça bulandırıyoruz, örtüyoruz birbirimizi. Aslında örtmek için birbirimizin nasıl olduğu hakkında konuşuyoruz. Kendini tanımlamaktan acizken bir başkasına bunu yapmak; ancak ve ancak ele geçiremeyeceğin bir başka benliği, istediğin forma sokmaya çalışmak anlamına gelebilir. Asla sirayet edemeyeceğimiz için yeniden tanımlıyoruz. Bir başkasına onu anlatmak, bir tür kara büyüyle onun ruhunu ele geçirmeye çalışmaktan farksız. Onları allayan pullayan laflar edip zayıf noktalarından sızmaya ve iradelerini elimize almaya çabalıyoruz. Gözümüze nasıl göründüklerini anlatıyoruz; ne kadar harika olduklarını. Bunu da büyük bir samimiyetle yapıyoruz, yalan değil! Gerçekten de öyle olduklarını düşündüğümüz için söylüyoruz güzel sözleri; onların bizi sevmesini istediğimiz için yapıyoruz.

Sevdikleri insanlara, nasıl muhteşem olduklarını anlatanlar, kesinlikle, cadılık suçundan dolayı ateşte yakılmalı!

Fakat bir başka noktadan bakınca da, yeryüzünde halihazırda yaşayan 6 milyar homo sapiens’ten birisiyiz. Böyle olmanın önemsizliğinden kurtulmak adına için için kıvrandığımız düşünülürse; belki de o kadar da kötü bir hareket değildir bu, öyle değil mi? Herkes ölümlü bir varlık oluşun zavallılığını telafi etmeye çalışmıyor mu? Cadılar da, kurbanlar da aynı değiller mi aslında! Özel hissettirmek ve özel hissetmeyi istemek gerçekten kötücül mü, yoksa insan olmanın kaçınılmaz zaafı mı?

Daha önce söylemiş miydim, ben aslında 6 yaşında öldüm.

VÖSYM gibi...

Lan oğlum,

Aklıma felsefi gibi görünse de aslında gayet tözsel bir mesele takıldı. VÖ'ye göndereyim de, hazırladığı ÖSS soruları arasında yayınlasın istiyorum.

Bir bahçıvan güzel bir bahçe yeşertmek için bir başkasıyla beraber çalışmak ve mücadele etmek istiyor; zira en bir güzel bahçenin böyle olacağına inanası gelmiş. Bahçıvan ilk koşulunun da bu isteğe yönelik karşılıklı güven olduğunu söylüyor. Tabiri caizse, "Bir bahçıvan bir bahçıvana gel Nahçıvan'da bir bahçe yeşertelim demiş" durumu hani...

Ama "karşıdaki" insan, bu işte bahçıvan adayının "yanında" olma durumunu istediğini ifade etmiyor ve hatta "Ya hacı bozma keyfimizi işte! Arada beraber takılalım güzel güzel, iki ot yolarız yol kenarından, sonra da kendi yollarımıza bakarız" diyor. Yani ortaklık kurmak isteyen bahçıvan çoktan kendini kaptırmış ama öteki bahçıvan düşük-yoğunluklu-bir-ortaklığı sürdürmek ister görünüyor ve "ne tam olarak gel ne de tam olarak git" diyor.

Hal böyleyken bahçıvan ne yapmalıdır?

A) Hiç zorlamasın. Belki öteki bahçıvanın önceki ortaklıkları kötü bitmiştir ve bir daha ortak olmak istemiyordur. Belki zamanla ortak bir bahçede çalışmak isteyebilir.

B) Trip atmasın, kapris yapmasın, efendi olsun! Öteki bahçıvanın istediği işi beraber yapıyor olmakla yetinsin, daha fazlasını istemesin. Zorla güzellik olmaz!

C) Bunlar kader kısmet işidir, en doğrusunu Cenab-ı Hak bilir. Hayatta bilinemeyecek hakikatler, yanıtlanamayacak sorular var. Hak, her kula hak ettiğini, hak ettiği şekilde verir. Ecbeniler buna "karma" diyorlarmış. Bizdeki "etme bulma dünyası" gibi işte. Dur bakalım daha neler göreceğiz!

D) Ya vatandaş istemiyorsa ne kasıyorsun lan? Hıştt arıza mısın oğlum? Git kendi bahçenle ilgilen! Sana ne öteki bahçıvanın ne isteyip istemediği? Alırım façanı! Alooo!

E) Her ortaklık zaten batacaktır, başlamamak en iyisidir. Kop da kurtul hacı; bir dakka durma orada! Devir kötü, kolla götü de rahvan gidişe gelmeyesin!

Doğru yanıtı bilenler arasında yapılacak çekilişle, 1 kişi Martı Boku! kazanacak. Hatta 1 aylığına burada yazar bile yaparım valla. Karşılıklı yazışır dururuz hacı!

Yaman Sert'i Kovmak!

Lan hacı!

Siteyi Yaman'dan geri almak ne kadar da zor oldu! Kene gibi yapışmış adam hesabıma... Neyse ki şifrekırıcı bir arkadaş sayesinde hallettim meseleyi. Tüm şifreler darmadağın oldu ama, olsun değer buna!

Cümle aleme ibret olsun diye, aşağıdaki yalan ve çarpıtma dolu yazıyı silmeyeceğim. Teker teker yanıt da vermeyeceğim. Fakat "bir insan bu kadar mı olur?" demekten kendimi alamıyorum.

Yeniden merhaba kendim!

Bu gayriresmi bir tekziptir

Ben Yaman Sert.
Herşeyden önce kendimi tanıtarak başlamak istedim. Öyle ki bu satırları okuyacak olan sizler, benimle bu blogu yazan hergeleyi karıştırmayın. Kendisini tanımasına yıllardır tanırım. Fakat ne yalan söyleyeyim bu kadar adileşeceğini tahmin etmezdim.
Sanal dünyayla aram pek iyi değildir. Ancak geçen gün Google'da adımı aratmaya kalkınca (onu da bu hergeleden öğrendim) blogla karşılaştım ve gözlerime inanamadım. Bugün beni rakı balık sofrasına çağırınca bu durumu fırsat bildim. O sızdıktan sonra bloga bir daha bakayım dedim. Şansıma şifresi yazılı duruyordu.
Herşeyden önce benim yazdığım bir şiiri izin almadan yazılarından birine koymuş. Bununla da kalmamış, hakkımda "şerefsiz" türünden mesnetsiz ifadeler kullanmış. Öte yandan sebebini tam bilmiyorum ama benimle tanışmak isteyen birileri yüzünden beni öldürmek istiyormuş filan. "Köteklik derecesinde şerefsiz" ifadesi en acı hakarettir benim için. Yazdığım şiirlerde bir nükte olarak kullandığım bir sıfatın bu şekilde dönmesini istemezdim.
İş bununla kalsa yine iyi. Son eklemelerinden birinde, güya 20 yaşında yazdığı bir öyküde adım geçiyor; üstelik bir hayalmişim, öykü karakteriymişim gibi! Oysa onunla üniversitede tanıştığımda benden 3 yaş küçük (hala da öyle), taşradan gelmiş, kırılgan, safoğlan veledin tekiydi. Sanırım bana çok özendi ve kendisini benimle çok özdeşleştirdi. Arzu eden olursa bu hikayeyi de bilahare anlatırım. Sanırım bana olan garezi, sayesinde tanıştığım yayınevi sahibiyle daha iyi anlaşmam ve yayınevinden çıkan "Kıllanma Kılavuzu" isimli kitabımda kendisine "yeteneksiz yazar" dememden kaynaklanıyor. Gelin görün ki kadınlar hakkında yazdığı kitap ipe sapa gelmez saptamalarla dolu bir çöplük! Öykü kitabındakiler ise; karakterlerin gayet sığ ve inandırıcılıktan yoksun olduğu bir takım abuk sabuk olaylar silsilelerinden ibaret, hissiz öykülerden başka bir şey değil. Bunları yüzüne de söyledim ama o benim arkamdan iş çevirmeyi kafasına koymuş bir kere.
Netice itibariyle, yukarıda da belirttiğim üzere şifresi yazılı olduğu için bu gayriresmi tekzibi yazabiliyorum. Onca yıllık tanışıklığımızın hatrına dava açmayacağım ama buraya erişim şifresini değiştireceğim. Bu sayede yazılarını okuyan üç beş arkadaşına da (ki gerçekten de "Blogumu okudun mu?" diye zorladığı üç beş bedbahttan başkası da okumuyordur bu salak yazıları) rezil olsun da anyayı konyayı anlasın ve gerçek insanları kendi çarpık zihninin bir ürünü gibi göstermeyi bıraksın. Aklı başına gelene kadar buraya yazı ekleyemeyeceğini garanti ediyorum.
Sözün özü, ben gerçeğim, hayal ürünü bir karakter değil! Bunu h.i.ç mahlaslı kişinin yazdıklarını okuyan insanlara duyurmak isterim.
Saygılar,
Yaman Sert

Yanan Geminin Malları 1

Arada bilgisayardaki eski dosyaları karıştırmak gerçekten de faydalı oluyormuş. Az önce, uzun zamandır bakmadığım –neredeyse varlıklarını unuttuğum- iki öykü buldum. 20 yaşındaymışım Kırmızı Lahana Rakısı’nı yazdığımda. Gecenin Kör Gözü ise, ondan 2 yıl sonra delirdiğim bir geceden iki üç hafta sonra cesaret bulup kalemi elime aldığımda çıkan ilk yazıydı.

Mart 1996’nın bir gece vakti, bedenim aklımın kontrolünden çıkıvermişti.

Ankara 100.Yıl Sitesi’ndeki 184 nolu beş katlı apartmandan elli metre ileride bulunan, etrafı çalı çırpıyla çevrili dörtyüz metrekarelik boş alanda bir ateş yakmıştım. Bit pazarından alıp bir kez bile olsun yıkamadan üstüme geçiriverdiğim fitilli kadife ceketin yakalarını kaldırıp içine gömülmüştüm. Bir adım önümde ara ara harlanan ateşin hararetine karşın üşüyordum.

Sigaranın ucu ateşte, aynen o büyük dalgaların müsebbibi olan kağıtlar gibi, çabucak kızarıverdi. Aceleyle birkaç nefes çektim: Gençliğimin düşleri, kabusları, gözyaşları, kahkahaları nihayet bir işe yaramış tek dal sigaramı yakmışlardı ya; muhtemelen başka da bir işe yaramazlardı.

Oysa o kağıt tomarını oraya kadar taşımak, en az onları derleyip toparlamak kadar güç olmuştu. Bir kucak dolusu şiir, öykü ve deneme… Yazmak, insanı zayıflatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Yazmak, gerçekten tehlikeliydi! İnsanın kendi yarattığı bir suretler dünyasına dalıp, arada sırada başını ve yüreğini gerçek dünyaya çıkarınca acı çekmemesi imkansızdı. Çünkü hayalperest, gerçek dünya denilen viranenin kuralları yerine, kendi yarattığı dünya dışında geçmeyen bir akçeyle alışveriş yapmayı dener. Sonuç her zaman hüsrandır.

Kendimi cezalandırıyordum.

Ateşin başında kendimi cezalandırıyordum.

Aslında çoktan benden çıkmış olan şiir ve öyküleri yakarak yapıyordum bunu. Cesaretim bu kadardı, kendimi yakamamıştım.

“Salaksın lan sen!” demiştim kendime ateşin başında, “Aptalın önde gidenisin! Aşık olduğun kadın en yakın arkadaşınla düzüştü. Olacağı da buydu, başka ne bekliyordun ki! Neden sen de sikip atmak için yaklaşamıyorsun? Aptal aşıkları istemiyor insanlar, bunu hala anlayamadın mı!”

Sanırım, insanların zor elde edecekleri sevgi peşinde koşmalarının marjinal faydayla ve ölüm korkusunu özel bir durumu başararak yenme isteğiyle alakalı olduğuna o zaman karar vermiştim. Kolay elde edilen, zaten hazırda olan sevgi; insana acizliğini unutturacak kadar özel hissettirmiyordu. Çünkü, ben de bunu yapıyordum. Çok özel ve nadir bir denge durumu (tahterevallinin uçlarına değil de beraberce ortasına oturulduğu durumlar) dışında, kim ne derse desin, bunun aksini ispatlayan bir örnekle karşılaşmadım. İnsan evladı ne kadar yaşamda daha fazlasını ele geçirme hırsına sahip olması açısından akıllıysa, bir o kadar da hayatını bu mücadelede kaybetmesinden dolayı hödüktür.

O kadınla yıllar sonra Beşiktaş’ta karşılaştım. Numarasını verdi, yazmadım.

“Aklında tutabilecek misin?” diye sordu.

“Tutarım” dedim yüzüne bakıp.

Aklımda tut(a)madım.

Kırmızı Lahana Rakısı, o yangının öncesinden kalan –bildiğim- yegane öyküdür; ötekisi ise bir kırgınlıkla gelen aydınlanmanın küllerinden doğan ilk öykü. Şimdi her ikisi de, aşağıda, kayıtsızlıkla duruyorlar, yangını gülümseyerek hatırlamak ve tatlı bir çocukluk anısı olarak kabul etmek ise bana düşüyor.

Yanan Geminin Malları 2

Kırmızı Lahana Rakısı

Sarı sokak ışıklarının su birikintileriyle oynaştığı caddede ilerliyordum. Tabelada Mavi Göl Caddesi yazması içimi biraz da olsa rahatlatmıştı. Yolu tarif eden adamın söyledikleri göz önüne alınırsa doğru yoldaydım. Alaca Gece Kulübüne yaklaşmış olmalıydım. Geçmişin izlerini sürüyordum. O zamanların rüyaları ve yeni bir şehirdeki eski sevgili... Titremeye başlamama neden olan şey ıslak, üşümüş ve yorgun olmamın yanı sıra yılların üzerime dökmüş oldukları asfalt bıkkınlıktı. Ağırlığı ve kurtulunamaz oluşunun yanında her gün üzerinden uzaklara giden binlerce aracın verdiği sancıyla daha da batan bu yol.

Sonunda parlak ve ihtişamlı dünyasıyla kulüp dikildi sağ yanıma. Rütbeleri sökülmüş bir generali andıran kapıcı, beni şöyle bir süzdü. Tebessüm etmeye çalıştım, pek gerçekmiş gibi olmadı. Ben de tebessümümü geri aldım. Kapıyı büyük bir külfetmişcesine açtı. Çok mu sefil görünüyordum acaba? İçeri girip holü boydan boya geçen bordo halının üzerinde ilerledim. Holün sonundaki boy aynasıyla göz göze gelmekten kaçınarak sola döndüm ve merdivenlerden inmeye başladım.

Gürültü ve sigara dumanı... Vestiyer zorla paltomu aldı ve elime, bana hiçbir anlam ifade etmeyen bir fiş tutuşturdu: 42. İlkokula kaydıma hatırladım: Babam elimden tutarak, adının sonradan okul olduğunu öğrendiğim karanlık ve izbe bir binaya götürmüştü beni. Orada da bir numara yapıştırmışlardı bana ve ondan sonra hep o numarayla çağrılmıştım. Herşey devamlı numaralandırılıyordu, şimdi sahip olduğum tüm numaraların yanında, geçici olarak 42’ydim.

Bir yarmanın “içeri buyrun” demesiyle tüm çağrışımlardan çıkıp içeriye girdim. Sağlı sollu masalarda insanlar kül tablalarına işkence yapıyorlar, açıkça söyleyemedikleri ve asla söyleyemecekleri cinsel sapkınlıklarını kadeh ve bardaklar üzerinde tatmin ediyorlardı. Sağdan ikinci masadaki bir küllük bu işkencelere daha fazla dayanamayıp kendini yere attı ve binlerce parçaya ayrıldı. Üzüldüm ama yapacak bir şey yoktu. İnsanlar bunun için para veriyorlardı.

Usulca yaklaşan pembe yelekli yer göstericiyi farkettim. Kemerli bir burnu ve sinsice parlayan bir çift gözü vardı. İyice sokuldu, kulağıma doğru eğilerek:

“Kara büyülü ülkenin başkenti neresidir?” diye sordu.
“Sessiz vadi” dedim kısa bir duraklamadan sonra.

Başını “tamam” anlamında salladı ve bana masamı göstermek üzere yola koyuldu. Benim için kolay bir soruydu ve bu cevapla en öndeki masalardan birini haketmiştim doğrusu.

Önden ikinci masada durdu:
“Şöyle buyurun”
“Böyle bir cevabın hakkı bu mu yani!?”
“Üzgümün ama puanlama konusunda sıkı kurallarımız vardır”

Niçin itiraz ediyordum ki! Bu masa da pek fena sayılmazdı. Garson geldi; bir kadeh eflatun ısmarladım, ardından sıcak sonbahar kahverengisi ve çivit mavisi... Aslında kırkını aşmış birisi sıcak ve cırtlak renkler konusunda dikkatli olmalıydı ama kendimi, tüm bunların ardından, civciv sarısı ısmarlamaktan alıkoyamadım. Daha sonra ise, sahnedeki üçüncü sınıf şarkıcının gırtlağını parçalarcasına debelenişi beni bir gökkuşağı kokteyli almaya zorladı. Ardından sahnede bir adam belirdi:

“Şimdi karşınızda Arabesk-caz’ın billur sesi Gül Okay!”

Bu adı duymayalı o kadar çok zaman olmuştu ki! Beş yıllık bir ilişkinin Rüzgar Koyu’nda bitmesinden bu yana geçen yıllar...

Sahneye çıktı. Üzerinde adına yakışan kırmızı, yarım yırtmaçlı bir elbise vardı. Açık omuzlarına dökülen kumral saçlarının arasındaki yüzü ay gibi parlıyordu. Hiç yaşlanmamıştı sanki. Aksine gençleşmiş görünüyordu. Oysa ben kırlaşmaya çok önceleri başlamış saçlarım ve yüzümdeki vadileri saklayamıyordum. İspanya’dan kalkıp, Güney Amerika’ya Azteklerin altın şehirlerini yağmalamaya giden uygar korsanlara benziyordum.

İlk olarak “Samanlıktan doğaçlamalar”ı söyledi. Sonra “Sabah ezanına kadar seviş benimle” ve “Adana’da sonbahar”...Bir zamanlar bizim şarkımız olan “Bu türküm senin için bebeğim”i söylemeye başladığında ise neredeyse heyecandan ölecektim. Aklım o kadar eskilere gitti ki sonraki şarkılarını dinleyemedim. O seyirciyi selamlayıp gözden kaybolurken, ben de masamdaki kırıntıları bitirdim. Beni görmemişti. Hızla hesabı ödeyip, yılların eskitemediği tek şey olan (tabii ayıkken) çevikliğimle masadan fırladım. Biraz başım döndü ama kulis kapısına kadar rahatlıkla ilerledim. Tam kapıyı açacaktım ki iri kıyım bir herif beni engelledi:

“Ne aramıştınız?!”
Ne kadar çok iri yarı herif vardı burada allahaşkına!
“Gül ile görüşecektim...”
“Ne yapacaksınız Gül hanımı!?”

Ne yapabilirdim Gül hanımı! Yirmi sene önce beraber olmuş, birlikte yaşamıştık. Bir arkadaşımın araştırması sonucu Gül Okay’ın burada sahne aldığını öğrenmiş ve yıllar önce cesaret edemediğim şeyi şimdi yapmaya çalışıyordum. Gül hanımı ne yapabilirdim ki!

“Üvey abisiyim” dedim bana anlattığı bir anıdan yola çıkarak.

Bir kontrole gerek duymadan önümden çekildi, kapıyı açtı.

Sağa sola koşuşturan bir kaç insanın aralarından geçtim. Beni umursamıyorlardı bile. İçlerinden birini durdurup Gül’ün odasını sordum. “İleride soldan ikinci kapı” idi. İlerlerken kalp atışlarım hızlanmış, titremeye başlamıştım.

Kapının önünde durdum, derin bir nefes aldım ve kapıyı tıklattım.

“Girin” diyen ince ve nazik tını kulak zarımı titretiyordu. Hafif bir gıcırtı... O karşımdaydı; arkası dönük ve aynayla irtibat halinde:

“Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi.

Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Beni tanımamış mıydı?! Alabildiğince ölgün: “Gül!” diyebildim.

“Sizinle daha önce tanışmış mıydık? Ne istiyorsunuz!”
“...”
“Ejjderr!”
“Sus! Yoksa seni vurmak zorunda kalacağım!”

38’lik Smith-Wesson’umu çoktan üzerine doğrultmuştum. Zar zor toparlandım:

“Şüphesiz ona çok benziyorsun. Ancak bu benzerlik...bu...ya isim!...”
“Anneme çok benzerim. Sahnede ise onun adını kullanıyorum”

Sesindeki korku ve merak odadaki elektriklenmeyi kamçıladı. Ben ne yapıyordum allahaşkına! Silahı ona doğrultmaktan büyük bir utanç duydum. Ellerim terlemeye başlamıştı. İçimde ılık bir titreme hissettim. Başım dalgalanıyordu, hastalanmadan önce hep böyle olurdu.

“Düşman değilim. Eğer bağırmayacağına söz verirsen, tabancamı yerine koyacağım. Tamam!”
“Tamam, ama kimsiniz ve ne istiyorsunuz!”

Tabancamı yerine koyarken çatılmış yüzüyle karşılaştım. Soru işaretine dönüşmüş kaşları, altlarında bilinmeyen bir evrene açılan gözlerini daha da hiddetlendiriyor ve neredeyse onları tabancamdan daha öldürücü bir silah haline getiriyordu.

“Peki annen nerede?”
“Şehir mezarlığında! O, iki yıl önce öldü!”

Birden bir alev yumağı boğazıma dolandı. Dünya küçük parçalara ayrılmış, ayağımın altından kayıyor, bana da üzerinde duracak yer bırakmıyordu. Aşağıya doğru düşüyordum. Herşey gözlerimin önünden kayarken, ılık bir akımın başımdan aşağıya doğru döküldüğünü ve ilerlerken de ısındığını duyumsadım. Ayak bileklerime gelince dayanılmaz bir hal aldı bu yanma. Ayak tabanlarım yanmaya başladı, sonra birden bir parlama oldu ve ateş tüm vücuduma yayıldı. Dalga dalga yanıyordum. Ani bir ürpertiyle alevler yine boğazıma toplandı. Düğüm yutkundukça büyüyordu.

“İyi misiniz?” dediği sırada bir çift el bana dokunuyordu.
Sağ elini alnıma götürdü:
“Yanıyorsunuz! Şöyle oturmaz mısınız? Bir bardak su için...”

Su biraz olsun kendime gelmemi sağlamıştı. Titreşmeler gitgide azalıyor görüntüler tek ve keskin çizgilerine geri kavuşuyorlardı.

“Su için teşekkür ederim. Adım Yaman Sert”

*** *** ***
Kulübün kapısından birlikte çıktık. O ana kadar geçen sürede neler olup bittiğini doğru dürüst hatırlayamıyordum. Islak insanların izlerine bakıyordum, genç Gül koluma girmişti ve devamlı konuşuyordu. Durmayan, usanmayan bir mitralyöz gibiydi çenesi. Fakat yaralamıyor, öldürmüyor; sadece insana garip bir boşlukta, durmadan akan bir şehirde durmadan akan bir nehrin yanı başındaymış, gibi hissettiriyordu.

“Annem sizden çok bahsederdi”
“...”
“Şu anda ne işle uğraşıyorsunuz?”
“Ben bir özel detektifim. Daha doğrusu mesleğinin sonlarında, yaşlı bir detektif!”
“Yaşlılık!...Zamanın rüzgarında solup gitmek ve bilinmez bir yere sararmış olarak düşmek...”
“Ölüler mordur güzelim!”
“Gene de yaşlanmayı hiç istemiyorum. Ayrıca siz de yaşlı sayılmazsınız”

Ona yaşlı olduğumu nasıl anlatabilirdim. Evet, yaşlıydım; hem de saymaya cesaret edemeyeceğim kadar! Vücudumun herhangi bir yerinde örselenmemiş, yıpranmamış alan kalmamıştı. Her hücrem fazladan ağırlıktı artık ve bana gençliğimi geri getirebilecek ab-ı hayatın varlığına inanmıyordum.

Bir taksiye bindik. Birşeyler mırıldandı, evine gidiyorduk. Bunu bir yerlerde kaçırmış olmalıydım. Arabanın loşlaşmış yorgunluğunu imleyen, yanıp yanmamakta kararsız mavi lambalar tam arkamızda gecenin diğer yolcularıyla yaptıkları gibi bizimle de dertleşmek istiyorlardı. Biz de diğer yolcuların yaptıkları gibi, kendi dertlerimizi ve kurgularımızı yüklemişlikten dolayı, onların bu isteklerini ısrarla geri çeviriyorduk. Benzer mavi lambalar yıllar önce eski genç Gül ve genç benim üzerimde raksetmişlerdi, şimdi ise yeni genç Gül ve yaşlı ben vardık...

Araba iki aynı at kestanesi ağaçlarıyla örülü bir sokakta durdu. Elimi cüzdanıma atmaya fırsat kalmadan Gül-ya da adı herneyse- parayı çoktan vermişti.

Önünde durduğumuz apartman, eski ihtişamıyla olmasa bile, bilgeliği ve gün görmüşlüğüyle yukarıdan bakıyordu bize. Yabancılara karşı tamamen kayıtsızdı, aslında herşeye karşı kayıtsızdı. Çökene kadar tüm sırları içinde tutmaya kararlı ve kesinlikle burada...

Kız döndü:
“Hadi gel, hava iyice soğumuş”

Yaprakların arasından süzülen sokaklambasıışığı benden kaçtı, ben de içeri girdim. 40’ların ağulu esintisinin bizi karşılaması uzun sürmedi. Yeni zafiyet geçirmiş tırabzana tutunarak yukarı çıktık, ikinci kata... Kapıyı açtı: “Girsene”. Girdim.

Müziği gibi evinin dekorasyonu da arabesk-caz’dı. Bir yanda eski yüzyılın avangart ressamlarının eserlerinin kartabasılıkopyaları, öte yanda kilimler, minderler, taze kalaylı tepsiler...

“İçecek bir şey alır mısın?”
“Erik votkası var mı?”

İçki dolabına yöneldi. Güzel bir vücudu vardı: Uzun bacakları, ölçülü ve yuvarlak kalçaları, taş çatlasa 55-60 tutacak beli, güzel ve beyaz boynuna dökülen kumral dalgalı saçları...Nasıl oluyor da annesine bu kadar benzeyebiliyordu! Bu kadar güzel olma hakkını kim veriyordu ona?!

Elinde iki kadehle döndü yanıma: Benim erik votkam ve onun kırmızı lahana rakısı...Gül de en çok bunu severdi! Göz göze geldik:

“Annemin anlattığı kadar varmışsın”
“Nasıl yani?”
“Yakışıklı, çekici ve gizemli...”
“Yıllanmış çok fazla şeyi olan pis bir moruk!”
“Nereden çıkarıyorsun allasen böyle şeyleri!”

Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. Votkamı bir dikişte bitirdim. O ise hala rakısıyla oynuyordu ve ela gözleri gözlerimden içeri yansıyor, garip bir şekilde enerji akışı sağlıyordu. Gözleri tüm beynimi doldurmuştu, sarhoş edici ve ayartıcı...

İlk hareketin kimden geldiğini ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama birden dudaklarımız birbirlerini buldu ve umutsuzca birşeyleri ararcasına öpüştük. Dili ağzımın içinde uzadıkça uzuyordu. Zor nefes almama rağmen, o an nefes almanın önemi bile kalmamıştı. Birbirimize dolanmış halde ayağa kalkıp, yatak odasına doğru sürüklendik. Göğüsleri kaburgalarımdan içeri girmişti, göğüs ucunun kalbime dokunuşunu hissediyordum, neredeyse onun atmasını önleyecek şekilde sarmalamıştı kalbimi. Önümdeki sertliği kasıklarının arasına bastırdım. Beyaz, narin boynuna doğru uzandım ve uzun uzun öptüm, öptüm...

*** *** ***

Uyandığımda yanı başımdaydı; çırılçıplak ve beyaz. Saat altıya yaklaşıyordu ve dışarıda yağmur vardı. Kaybettiğim şeyleri bulmuş muydum, yoksa kaybedecek yeni şeyler mi kazanmak üzereydim? Giyindim. Tüm duvarlar sessiz şahitler gibi çevrelemişlerdi etrafımızı. Hava bir türlü ağarmıyordu.

Bir not yazmalı mıydım? Ne yazacaktım ki! Onun yerine bir sigara yaktım; has be has Virginia-Karadeniz kırması... Bütün hayatım, ben bile, bunun gibi karışımlar üzerine kuruluydu. Harmanlana harmanlana geriye başlangıçtan hiçbir şey kalmamıştı.

Yatakta dönüşüyle üzerinden kayan yorganın ortaya çıkardı bacağı evden çıkmadan gördüğüm son şey oldu. Yağmur hala devam ediyordu. Issız ve ıslak sokaklar, yarı çıplak ağaçlar, yanıp sönen sarı trafik lambaları, çöpleri eşeleyen itler...Her şeyin bıraktığım şekilde devinmeye devam etmesinin beni tebessüm etmeye itmesi, onun bana aktardığı enerjinin hala bitmediğini gösteriyordu.

Trençkotumun yakalarını kaldırdım. Bir sigara daha yakıp, kaldırımları arşınlamaya başladım. Gerçek adını bile öğrenememiştim. Oysa ela gözlerinde hiç yabancı olmadığım hüznün ve burukluğun açtığı kapı bizi birbirimize benzetiyordu.

Eski bir dostumun sözü geldi aklıma:
“Muson yağmurları altında kalmış itler gibi hissediyorum”


Aralık 1994