Yanan Geminin Malları 3

GECENİN KÖR GÖZÜ

Merdivenleri birer ikişer, olanca hızımla çıkıyordum.

Binanın tozdan ve acıdan yıpranmış iç cephesiyle temas halinde, tam olarak bilemediğim, ama tüm hayatım boyunca bulanık akışlar halinde beynime girip çıkan ve bir araya getirebildiğim zerrecikleri darmadağın eden, mütecavize yaklaştığımı hissediyordum. Üzerimde silah olmaması beni tedirgin etmiyordu. “İşte herşeyimle buradayım” demek geçiyordu içimden, hatta haykırmak... Fakat kime? Kime kafa tuttuğumu bile bilmiyordum. Sanki o, yüzünü gizlemeyi her seferinde başarmış bir düşmandı; bir gölgeydi.

Son bir kaç basamağı çıkarken, kafamda çok eskilerde duyduğum bir melodi yankılanmaya başladı. Oysa ki sesin binadan bir yerlerden mi, yoksa bizzat, yıllarca derinlerde saklamak için olağanüstü çabalar harcadığım ve uğruna migren ağrılarına katlanmayı göze aldığım bir parçamdan mı geldiğinin ayırdına varamayacak kadar dengemi yitirmiştim.

Kapının karşısında durduğumda içim dışıma çıkmak üzereydi. Boktan bir sonbahar gecesi kan ter içinde bu kapının önünde oluşumu bile hiç zorlanmadan kabullenmiştim. Zaten bunu isteyen ben değil miydim! Onunla yüzleşmek için olanca gücüyle emek harcayan, kirli yatağına her yalnız ve sarhoş uzanışında binlerce kez ağlamaklı ve tehditkar yeminler eden...

Öte yandan gelen ağlama sesinden olsa gerek, bir anda aklım başıma geldi. Dışarıda akan bir hayat vardı. Ve her ne kadar hızımı yavaşlatsa da bunu hatırlamak, bana buruk bir mutluluk verdi. İnsanlar, arabalar, lüks lokantalar, ucuz meyhaneler, her sikik şey yerli yerindeydi. İnsanlar: İhtiyaç duydukları zamanlar dışında umurlarında bile olmadığım sözde dostlarım ve geri kalanlar… Onlar her zaman dışarıdaydılar: Topluca bir sinemada, yaşlı bir fahişenin pörsümüş bacakları arasında, telefonun öteki ucunda, yanı başımda.

Tepemdeki flüoresan bir yanıp bir sönüyordu. Sanki yüzyıllardır buradaydım. Buraya sıkıştırılmış, buraya hapsedilmiş.Tüm lambaların ortaklaşa intihar ettikleri an gerilip kapının kilidine tekme attım. Bir miktar parçalanma olmasına rağmen kapı açılmamıştı... Karanlık her zaman huzursuzluk vermişti bana. Bünyesinde barındırdığı kötülük tohumlarının yarattığı küçük çıtırtılar, önce yatakta nefesimi tutarak ortalığı dinlememe, sonra yatağımdan usulca kalkıp evdeki tüm ışıkları yakmama, bütün kapı arkalarını, koltuk altlarını, köşe bucak neresi varsa tedirginlik içinde araştırmama neden olurdu. En sonunda o kötülüğü aramaktan vazgeçip yarı sıcak yatağıma doğru ilerlerken, onun kaybolmadığını, oralarda bir yerlerde varlığını devam ettirdiğini ve başka bir gece beni yine rahatsız edeceğini bilirdim. Bu sefer de benzer bir durumla karşı karşıyaydım.

İkinci darbeyle kapı ardına kadar açıldı. Derinden gelen ağlama sesleri yerini mavi-siyah bir odaya bırakmıştı. Büyük ve bomboş oda, dolunayın getirdiği mavilikle yarım yamalak aydınlanıyordu. Bütün pencereler açıktı. Belirgin olarak görebildiğim, meltemin yumuşak gelgitlerle içeriye doğru savurup raks ettirdiği tül perdelerdi. Ağır ağır ilerlerken, her adımım giderek artan bir heyecan yükünü de beraberinde getiriyordu. Kendi etrafımda bir tur attım. Devam eden sessizlik sinirimi bozmaya başlamıştı.

Sol yanımda bir kapının olduğunu nedense geç fark ettim. Kapıya doğru ilerleyip, aralıktan ardını görmeye çalışmam, karanlıktan olsa gerek, işe yaramamıştı. Aralığı genişletip vücudumu içeri aldığımda buranın ilerideki bir kapıya bağlanan küçük bir hol olduğunu anladım. Kafam karıncalanıyor, bu ise sessizliği daha da susturup algılarımı bileme ihtiyacı hissettiriyordu. Duyduğum tek şeyi, kalbimin hafif aksak ritmini bile susturmak istiyordum.

Holün sonundaki odanın kapısının önündeydim. Tanrım, daha açmam gereken kaç kapı vardı? İçeriden sesler geliyordu. Kulağımı yaklaştırıp, kime ait olabileceği konusunda yorum yapılmasına izin vermeyecek kadar kısık ve anlaşılmaz, mırıldanmaları dinledim. Pür dikkat kesilmem de kar etmeyince usulca tokmağa uzandım.

Ardına kadar açılan kapının karşısında bir kadın duruyordu. Balkondaydı. Saçağın üzerindeydi. Eteği dalgalanıyordu. Yüzünü görmeliydim. Koştum. Kadın aşağıya doğru kaydı. Herşey o kadar çabuk olmuştu ki kendimi balkonda bulduğumda kadın orada yoktu. Aşağıya doğru eğildim. Yaklaşık 10-15 kat vardı. Kaldırıma yüzüstü yapışmış, kımıldamıyordu. Dışarısı mavi ve sarıydı.

Geriye dönüp ilerlerken arkamda kalan balkondan korna sesleri geliyordu. Onu yakalayamamıştım, düşmüştü.

Tam odadan çıkacaktım ki sağ tarafımda, zeminin üzerinde parlayan bir şey gördüm. Eğilip elime aldığımda onun bir fotoğraf olduğunu anladım. Elektrik anahtarını çevirip bir değişiklik olmadığını görünce çakmağımı çıkarıp onu aydınlattım. Eski bir fotoğraftı. Bir kadın ve kadının kucağında oturan, patlayan flaşın etkisiyle afallamış bir çocuk vardı, siyah-beyaz kartın üzerinde. Bir masanın arkasındaydılar. Kadın çapraz-yukarı doğru, bilinmeyen birisine belki de, bakıyordu. Üzerine tek bir mum oturtulmuş bir pasta vardı masanın üzerinde ve ona dokunmak üzere olan bıçağı tutuyordu çocuk, kadının eli kendi elini kavradığı halde. Belli ki çocuğun ilk doğum günüydü.

Çakmağı fotoğrafın sağ alt köşesine doğru yaklaştırdım. Önce bir kızarıklık, ardından büzüşme ve en sonunda kararan ve karardıkça alevlenen kart tamamen yanıncaya kadar bekledim orada. Yerdeki küllere bakarken neredeyse onlar kadar boş ve gri hale geldiğimi düşündüm. Sanki kadının kayışıyla birlikte bende de bir şeyler kaymış, bitmişti. Peki o zaman neden kendimi daha rahatlamış hissetmiyordum!

Kırdığım kapıdan dışarı adımımı atar atmaz, lambalar tekrardan yanmaya başladı. “Bir intihar değil, kısa bir uykuymuş bu” diye düşündüm; belki de kızgın ve endişeli bir kesinti... Kimin kazandığını bilmiyordum. Onu yenebilmiş miydim, yoksa elimden mi kaçırmıştım? Yine ummadığım bir anda, ansızın, karşıma çıkabilir miydi? Belki de bunları düşünmek yerine, sonucu zamanın ortaya çıkarmasını beklemek en iyisi olurdu. Çünkü, tüm bu koşuşturma beni yeteri kadar güçsüz bırakmaya yetmişti. Vücudumun her hangi bir yerinde aniden ortaya çıkıp çeperlerimi parçalarcasına zorlayan akımların yokluğunun tadını sonuna kadar çıkarmak niyetindeydim.

Binadan çıkıp caddeye karışırken herşeyin akmakta olduğunu gördüm. Çıkış kapısının sağ yanına birikmiş kalabalık, siren sesleri, kornalar, koskoca bir telaş hali.

Bir sigara yakıp, yürümeye başladım.


Mart 1996

Hiç yorum yok: